Ahmet İnsel, Sosyalizm.
Esasa, Ufka ve Bugüne Dair, Birikim Yayınları, 2010, 215 s.
Bu kitap Ahmet İnsel’in 2000’li yıllarda yaptığı uzunlu
kısalı on söyleşiden oluşuyor. Yetmiş küsur sayfalık ilk uzun söyleşi hariç
tamamı daha önce farklı dergilerde ya da gazetelerde yayınlanmış söyleşilerin bu
şekilde kitaplaşabilmesini sağlayan şey ele alınan konuların aynı ya da benzer
olması. Konular aynı olunca çoğu zaman gelen sorular da birbirine benziyor
elbette. Bu yüzden kitapta bolca tekrar var. Hatta bazı yerlerde aynı şeyleri
tekrar tekrar okumaktan sıkılabilirsiniz. Ama kitap Ahmet İnsel’in
sosyalistliği ya da solculuğu hakkında bütüncül bir fikir verdiği ölçüde de
ilginç.
Kitap boyunca alt başlığın da işaret ettiği gibi temelde iki
konunun tartışıldığı söylenebilir: 1) bugün sosyalizmden ya da solcu olmaktan
ne anlamamız gerektiği, 2) dünyada ve Türkiye’de solun durumu. Siyasetin
gündemi çabuk değiştiği için solun güncel sorunlar karşısındaki durumuyla
ilgili söylenenler şimdiden kısmen geçerliliğini yitirmiş sayılabilir: yeni bir
sol parti projesiyle ya da anayasa değişikliği referandumuyla ilgili kısımlar
örneğin; yeni gelişmeler oldu, işler değişti bile. Ama sosyalizmden ne
anlamamız gerektiğiyle ilgili kısımlar görece uzun süreli bir konum alışı ifade
ediyor (buradakine benzer düşünceleri yine Birikim’den 2000’de çıkmış olan Solu Yeniden Tanımlamak kitabında bulmak
mümkün mesela). Dolayısıyla, kitabın ufka ve bugüne dair kısmından ziyade esasa
dair kısmıyla ilgilenerek birkaç noktaya işaret etmek istiyorum.
Bugün sosyalizmden ne anlamamız gerektiği sorusu aslında büyük
ölçüde teorik olarak bugün sosyalizmden geriye ne kaldığı sorusuyla aynı.
Marksizmin klasik ya da ortodoks denebilecek versiyonu belli sayıda öncüle,
hipoteze, kavrama dayanıyordu: tarihi temelde üretim ilişkilerinin belirlediği
fikri, altyapı-üstyapı ayrımı, ekonomik determinizm, proletaryanın belirleyici
rolü, devrim fikri, toplumsal dönüşümlerin aşamalılığı vb. vb. Bu öncülleri ve
kavramları yan yana dizip bugün artık kabul edemeyeceklerimizin üzerine birer
çizgi çekersek ortaya ne tür bir teorik tablo çıkar, hangi kavramlarda değişiklikler
yapmamız gerek, yeni kavramlara da başvurmalı mıyız? Ahmet İnsel’in bu sorulara
verdiği yanıtlar, önerdiği tercihler ve itirazlar kendi içinde tutarlı bir
bütün sergiliyor. Nedir bu bütünün belirleyici özellikleri?
Kitapta tekrar tekrar karşımıza çıkan fikirlerden biri solun
etik bir sorumluluğa dayandığı fikri. Bu fikir Ahmet İnsel’in anladığı şekliyle
solun temel bir özelliğini ifade ediyor. Bu fikrin açıkça ortaya konduğu
pasajların bir kısmını okuyalım önce:
“Ortaya çıkan şu:
Sadece ve sadece malların dolaşımının serbestleşmesi ve malların dolaşımıyla
beraber sermayenin dolaşımının serbestleşmesi olarak algılanan bir ticari
serbestleşme, klasik liberalizmin ifade ettiği özgürleşmeyi ve zenginleşmeyi
getirmeyecek. Çok daha ciddi bir sermaye yoğunlaşması, zenginleşme yoğunlaşması
getirecek. Buna karşı ciddi bir tepki var. Toplumların içinde, unutmamak lazım,
ister dini nedenlerle olsun, ister başka nedenlerle, insani sorumluluk olarak
kendini ifade eden bir etik duruş, diğerkâm diyebileceğimiz bir
etik tavır da var. Zaten bence de sol, esas olarak bu etik duruş üzerinde
kendini ifade eder.”
(s. 82)
“Bu iki idealin
[özgürlük ve eşitlik], insanlar
topluluğuna karşı bir sorumluluk olarak algılanması, solun bir etik sorumluluk
olarak tanımlanmasını gündeme getiriyor.” (s. 121)
Ayrıca Ahmet İnsel pek ayrıntısına girmese de ahlakla etik
arasında (bana biraz Deleuze’ü hatırlatan, ama aslında Deleuze’ünkünden galiba farklı)
bir ayrım yapıyor:
“Bu değerleri aşkın bir
kerteden değil de kendi düşün dünyamızdan hareketle tanımlamak demek, bu
değerlere ahlaki değil, etik bir içerik verir. Sosyalizm, bir yerde oluşmuş ve
olduktan sonra mermere kazılmış ilke ve ideallerin dile getirilmesi demek
değildir. İnsanların ürettiği bir ideal, bir ufuk çizgisidir. İnsanlara doğanın
veya Tanrı’nın empoze edeceği bir varoluş tarzı, bir mecburiyet değildir. Bu
anlamda etik değerler bütünüdür ve katılımla gerçekleşebilir.” (s. 29)
Demek ki insanların sosyalist olması sorumluluktan
kaynaklanıyor ve bu sorumluluk, dinsel ya da dindışı dayatmalara,
zorunluluklara karşılık gelecek ahlaki bir sorumluluk değil, değerlendirmelere,
tartışmalara, tercihlere dayanan etik bir sorumluluk. Peki sosyal
adaletsizliğin, eşitsizliğin sonuçlarına maruz kalanların etik bir sorumlulukla
değil de kendi durumlarını iyileştirmek için, yaşamsal bir gereklilik nedeniyle,
yani pragmatik gerekçelerle sola yakın duracaklarını düşünemez miyiz? Bu soruya
yanıt getiren son bir alıntı yapalım:
“Ezilenlerin, altta
kalanların kendilerini kurtarmak açısından sosyalizmi algılamalarını beklersek,
büyük bir yanılgı içinde oluruz. Çünkü kimse kalkıp da kendi öngördüğü yaşam
sınırları içinde bizim anladığımız anlamda sosyalizmin gerçekleşeceği
güvencesini veremez. Dolayısıyla, kendisini kurtarmak açısından o insanın rasyonel
davranışı, tam Turgut Özal felsefesinde olduğu gibi, köşe dönme, bir şekilde
üste atlama çabasıdır. Kendisini ve sadece kendisini kurtarmak diye baktığı
zaman o konumdan kurtulabilecek yüzde 1’in içinde olmak mücadelesini
verecektir. Dolayısıyla, gereklilik dediğimiz zaman da, altta kalanların,
ezilenlerin sosyalizme bakmasında bir cazibe noktası yaratmayız aslında… Sadece
ezilenin veya ezenin, ezen veya ezilen konumundan kurtulması için yapacağı bir
bireysel çaba değil, diğerleriyle beraber ancak kendisini özgürleştirebileceği
için, insanın kendisine karşı bir etik sorumluluğu söz konusudur.” (s. 108)
Bunlardan çıkan sonuç ne? Tüm bu alıntılar bugün Marksizmin ortodoks
versiyonundan önemli bir noktada ayrıldığımızı gösteriyor aslında. Sosyalizmin
etik bir sorumluluk olduğu, üstelik bu durumun sadece toplumun görece rahat bir
yaşam süren kesimi için değil herkes için, ezenler kadar ezilenler için de
geçerli olduğu fikri bu ortodoks versiyonun bir parçası değil. Etik değerlerin
bu şekilde önem kazanmasını sosyalist ülkelerdeki anti-demokratik uygulamalara
bir yanıt olarak görebiliriz elbette: ortodoks versiyonun henüz tanık olmadığı,
bizim tanık olduğumuz uygulamalara bir yanıt. Ahmet İnsel, Sovyetler
deneyiminden ne yapmamız gerektiği konusunda değil, ne yapmamamız gerektiği
konusunda zengin bir bilgi elde edebileceğimizi söylüyor (s. 44). Israrla altı
çizilen etik boyutun yakın zamanda elde edilmiş teorik bir kazanım olduğu
düşünülebilir o halde. Ama ilk bakışta kazanım gibi görünen şeyin solda yaygın
biçimde hissedilen bir eksikliğin telafisi olduğu da düşünülebilir. Etik
boyutun bu denli vurgulanması Marx’ın teorisinin bir zamanlar sahip olduğu
çekici bir güce artık sahip olmadığımızı da gösteriyor belki. Nedir bu?
Marx’ın teorisinin çekici yanı bana kalırsa analizin mutlak kapsayıcılığı
olarak adlandırılabilecek bir şeyden kaynaklanıyordu. Bu durumu şöyle özetleyebiliriz:
Marx belli öncüllere dayanarak içinde yaşadığı toplumun ayrıntılı bir
analizini, kapitalizmin o dönemki halinin kavramsal bir betimlemesini yapıyordu,
ama bu betimleme olanı anlamamızı sağlamakla kalmayıp olacak olanı da bize
söylüyordu. Toplumun hangi yöne doğru evrileceğinin bilgisi mevcut çelişkilerde
saklıydı zaten. Toplumu oluşturan sınıflar arasındaki çelişkilerin analizi o
çelişkilerin nasıl aşılacağını da gösteriyordu. Dolayısıyla sadece kavramsal
betimleme aşamasında değil, eleştiri ve politik proje aşamalarında da aslında
analizden çıkmış olmuyorduk. Olanın analizi olması gerekenin, olacak olanın
analiziyle devam ediyor ve tamamlanıyordu. Sorun bir analiz ve bilgi sorunuydu.
Tam da bu yüzden, Marx bugünün birçok sol teorisinin sahip olmadığı bir
avantaja sahipti: toplumsal dönüşümlerin bir bakıma insanların ikna edilmesini
gerektirmeden de gerçekleşebilecek olmasının avantajı. Başka bir deyişle,
analizin mutlak kapsayıcılığı aktif politikaya pek de yer bırakmıyordu. Mevcut
durumun analizi aynı zamanda o durumun eleştirisini ve o durumu aşma projesini
de içinde barındırdığına göre, solculara düşen şey büyük ölçüde “çelişkilerin
keskinleşmesini” ya da “koşulların olgunlaşmasını” beklemekten ibaretti. Bu
çerçevede sorumluluğun ya da etik değerlerin çok da önemli bir rol oynamayacağı
açık değil mi? Koşulları yeterince analiz etmeden, salt sorumluluk duygusuyla
(“gözü yaşlı burjuva hümanizmi” denen şeyle, saf iyi niyetlerle) hareket etmek
boşa mücadele etmek olurdu, hatta geciktirici etkiler yaratarak yürütülen
mücadeleye zarar bile verebilirdi. Marx ve Engels’in Proudhon’a, ütopist
sosyalistlere karşı yürüttükleri sayısız polemik buna dayanıyordu. Proudhon’da
eleştirilen şey koşulları yeterince analiz etmeden çözüm üretmeye kalkmaktı. O
halde, mümkün olan tek etik (ya da etiğe benzer şey) analiz yoluyla tarihsel
zorunluluğun bilincine varmak olabilirdi: ancak evrenselin taşıyıcısı sınıf
olarak proletaryanın sınıf bilincine ulaşmasında karşılığını bulacak bir etik.
Bugün aynı çekiciliğe ya da avantaja sahip bir teori önermek mümkün
değil gibi görünüyor. Mevcut durumun analiziyle politik proje arasındaki,
teoriyle pratik arasındaki mucizevi sürekliliği sağlayacak mutlak
kapsayıcılıkta bir betimlemeye artık sahip değiliz. Bizi Marx’tan ayıran bu
durumu farklı şekillerde açıklayabiliriz: tarihsel nedenlerle Marx’ın yaşadığı
dönemde mümkün olan teori-pratik sürekliliğinin bugün artık mümkün olmadığını
söyleyebiliriz, ya da Marx’ın determinizminin de aslında bir yanılsama olduğunu
(devrim neden Rusya’da oldu, önce koşulların olgunlaşması gerekmiyor muydu?
vb.), bugün bu yanılsamadan kurtulmuş olduğumuzu söyleyebiliriz. Her durumda,
bugün sol, insanların politikaya aktif biçimde katılımlarını kolayca
ikincilleştirebilecek kapsayıcılıkta bir analiz önerme gücüne sahip değil. Kriz
dönemlerinde ara sıra nostaljik bir heyecana kapılıp determinist analizler de
yapsak, bu tür durumlarda birkaç haftalığına “Marx’a dönüş”, “Marx haklı
mıydı?” vb. başlıklar güncellik de kazansa durum ortada: teori mevcut durumu
olabildiğince anlaşılır kılmaya çalışıyor, ama toplumun nereye gideceği mevcut
çelişkiler tarafından değil insanların politikaya müdahaleleri tarafından
belirlenecek. Özetle artık analizden çıkmak zorundayız, analizin ötesinde etik
değerlere, sorumluluk duygusuna, politik tercihlere dayanmak zorundayız. Politika
yapmak zorundayız. Marksizmin ortodoks versiyonuna eklenen etik boyut analizin
mutlak kapsayıcılığını yitirmesini telafi etme işlevine sahip.
Bu teorik dönüşümün sonucu ne olacak? Kitapta sık sık
karşımıza çıkan “diğerkâmlık”, “öz belirleme”, “eşdeğerlilik” gibi kavramlar,
hümanizm vurgusu (ki hümanizm determinist, bilimselci bir marksizm için
ideolojiden ibaretti, görece yakın denebilecek bir tarihte Althusser’in
Rubel’in hümanizmine yönelttiği saldırıları düşünün) bu dönüşümün sonuçları
olarak görülebilir. Ama elbette en temel sonuç demokrasinin benimsenmesi. Politik
mücadelelerin yönü artık mevcut durumun ayrıntılı analizinden türetilemediğine
göre insanların aktif katılımıyla demokratik biçimde belirlenecek demektir.
Başka bir deyişle, sol, ekonomik liberalizmi eleştirirken politik liberalizmi
savunmak zorunda artık (siyasi liberalizm için bkz. s. 110). Teorik analiz son
sözü söyleme gücünü yitirdiğine göre, demokrasi politik sorunların tartışılarak
çözüme kavuşturulması sürecinin çerçevesini oluşturmak zorunda: “Burada bence demokrasi kavramı yeniden önem
kazanıyor. Bizim demokrasiyi, klasik bir şekilde yapılan burjuva
demokrasisi-proleter demokrasisi gibi suni ayrımların ötesine taşıyarak,
insanların, insani ve toplumsal bütün konularda tartışma yetkisinin
sınırlanmadığı bir alan olarak tasarlamamız lazım” (s. 44).
O zaman, bir sosyalistten beklenen şey sadece mevcut durumu
iyi analiz edebilmesi değil, analizin ötesine de geçebilmesi, kendi politik
önerilerini, çözümlerini demokratik çerçevede savunabilmesi olacak. Başka bir
deyişle, politika analizin mutlaklığı kırıldığında başlıyor aslında. Bu durumda
analizle politika arasındaki yeni ilişkinin ne olacağını sorabiliriz. Bunu tam
olarak belirlemek o kadar kolay değil. Ama ekonomik determinizmi politikaya yer
açacak şekilde sınırladığımızda toplumsal dönüşümlerin aşamalılığı fikrinin
gücünü kaybedeceğini söyleyebiliriz en azından. Politik kararları tarihin hangi
aşamasında olduğumuz değil demokratik süreçler belirleyecek. Mutlak
kapsayıcılığı içinde analiz, beklenen dönüşümlerin gerçekleşmesi için hangi
aşamalardan zorunlu olarak geçilmesi gerektiğini kesin olarak saptayabiliyordu.
Bu analizi yeterince hesaba katmadan politik girişimlerde bulunanlar, yani
henüz koşulları hazır olmayan bir tarihsel aşamanın dünyasını önceden kurmak
isteyenler reformist, revizyonist, oportünist, ütopist vb. olmakla suçlanıyordu.
Oysa analizin ağırlığından kurtulan politika salt etik değerlere gönderme
yaparak insanları dönüşüme ikna etmeye çalışacak. Buna bağlı olarak,
proletaryanın artık evrenselin taşıyıcısı olmadığını da söyleyebiliriz.
Yukarıdaki alıntılardan birinde dendiği gibi, ezilenler bile etik boyut devreye
girmediği sürece evrenselin değil kendi hayatlarının taşıyıcısı olmaya
bakarlar. Tarihin zorunlu aşamalardan geçerek ilerlediği görüşü, bir sınıfın
insanlığın tümünü temsil ettiği görüşü tükendiği anda, gerçek anlamıyla
politika da başlamış oluyor.
Ahmet İnsel kitap boyunca bu tür bir politikanın neye
benzeyebileceğiyle ilgili fikir edinmemizi sağlayacak örnekler sunuyor aslında.
Hatta kitabın bir yandan esasla, bir yandan bugünle ilgilenmesi bile
politikanın analizin mutlaklığından kurtulmasının bir göstergesi olarak
değerlendirilebilir. Örneklerin en ilginci bana kalırsa “yurttaşlık geliri”
fikri (s. 77-78, 89-90; bu konuyla ilgili olarak isterseniz bkz. Bir Temel Hak Olarak Vatandaşlık Gelirine
Doğru, derleyenler: A. Buğra, Ç. Keyder, İletişim, 2007). Burada, analize
dayanarak, zorunlu olduğu söylenerek değil, politik, etik gerekçelerle önerilen
bir fikir söz konusu açıkça.
Öte yandan, analizden, determinizmden politikaya geçmenin sol
için o kadar da kolay olmayacağını gösteren pasajlar da bulabiliriz aynı
söyleşilerde. Bu açıdan iki örnek özellikle dikkat çekici. Bu örneklerin yer
aldığı pasajları okuyup tartışalım ki güçlükler belirginleşsin.
İlk pasaj, Fransa’da 1981-1983 arası Mitterrand iktidarıyla
ilgili. Ahmet İnsel bu dönemde izlenen geniş kapsamlı devletleştirme
politikalarının neden çöktüğüyle ilgili determinist bir analiz yapıyor. Bu
bölümden biraz uzunca bir alıntı yapalım:
“1981-83 arasındaki
çöküş, bazı şeylerin anlaşılmasını sağladı. Mesela Fransa gibi dünya
ekonomisine entegre olmuş bir ekonomide sizi çevreleyen konjonktüre aykırı bir
girişimde bulunursanız, şöyle bir sorunla karşılaşırsınız: Siz talep ağırlıklı
bir büyüme yaparsınız; bunu desteklersiniz. Dolayısıyla sizin ülkenize
ihracatta bulunanları finanse etmiş olursunuz. Diğerleri üretim ağırlıklı bir
büyüme finanse ettikleri için, onlarda talep artışı olmaz; siz aynı zamanda
başka ülkelerin talebini finanse etmiş olursunuz ama ihracatınız artmaz.
Fransız 1981-83 deneyimi bütünüyle buna tosladı. Bundan çıkmak için kapalı
ekonomiye geçmeleri gerekiyordu, ama Fransız ekonomisinin yapısı kapalı
ekonomiye müsait bir yapı değildi artık. FKP’nin çok övündüğü ve sendikasının
çok güçlü olduğu Renault, sırf Fransızların tüketimiyle ayakta duracak bir
fabrika olmaktan çoktan çıkmıştı. Benzer biçimde uçak, elektronik, gıda
sanayilerine baktığımızda, Fransa ihraç etmeden sadece kendi tüketimiyle ayakta
durabilecek bir yapıda olmaktan çoktan çıkmıştı. Dolayısıyla burada, iktisadi
olarak içerisinde bulunduğumuz dünyanın konjonktürüne aykırı girişimde
bulunduğunuzda, bunun ters tepeceği bilgisi öğrenildi. Bunun benzerini Peru’da,
1986’da heterodoks yapısal uyum politikası adı altında Alan Garcia yaptı;
IMF’in önerdiğinin neredeyse tam tersini yaptı. Yüzde bin enflasyonla üç sene
içinde işi bırakmak zorunda kaldı. Dolayısıyla, öncelikle iktisadi alanda
iradeciliğin yeterli olmadığını öğrendiler…” (s. 50).
Bizim tartışmamızla ilgili olarak bu
analizden çıkan sonuç ne? Mitterrand’ın, Garcia’nın tarihsel koşulları
yeterince hesaba katmayan bir politika yürütmüş oldukları, kısacası “ütopist”
bir politika yürütmüş oldukları sonucu çıkmıyor mu söylenenlerden? Gelişmeler
onlara ve bize, “iktisadi olarak içerisinde bulunduğumuz dünyanın konjonktürüne
aykırı girişimde bulunduğunuzda, bunun ters tepeceğini”, “iktisadi alanda
iradeciliğin yeterli olmadığını” öğretiyor. Bunu da yukarıda analizle politika
arasında kurduğumuz karşıtlıktan hareketle düşündüğümüzde, son kertede
politikanın sınırlarını analizin çizdiğini, analizin izin verdiği ölçüde politik
olunabileceğini söylememiz gerekmiyor mu? O zaman da sorumluluk, etik değerler,
demokrasi, hümanizm vb. hakkında söylenenler ikinci plana itilmiş olmuyor mu?
Elbette buradaki analizin otuz yıl önceki bir tarihsel olayla
ilgili olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Söz konusu olan, politik bir
tartışma değil, tarihsel bir değerlendirme. Geçmiş bir olayı anlamak için
insanların iradelerinin ötesinde tarihsel koşullara başvurmak, nedensellik
ilişkileri kurmak bir ölçüde kaçınılmaz görünüyor. (Bununla ilgili güzel bir
örnek yakın zamanda okuduğum Kôtoku
Shûsui’nin emperyalizmle ilgili kitabı. Fransızca çevirisi: L’impérialisme, le spectre du XXe
siècle, CNRS éditions, 2008. Kôtoku’nun fikirlerini örneğin Lenin’in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ndaki
emperyalizm analiziyle karşılaştırarak onları naif bulmamız, Kôtoku’nun
Lenin’in aksine emperyalizmin kaçınılmaz karakterini, ardındaki ekonomik
determinizmi göremediğini düşünmemiz mümkün. Ama Kôtoku 1901’de yazıyor, Lenin
1916’da. Kôtoku gelmekte olan bir tehlikeye karşı bizi uyarıyor, Lenin olmuş
olanı inceliyor ve onun kaçınılmaz karakterini gösteriyor. O halde sorun
naiflikten ibaret değil. 1901’de Kôtoku’nun tarihsel koşulları değil karar alma
konumundaki kişileri, yöneticileri öne çıkarmaktan, emperyalizmi kaçınılmaz bir
süreç gibi değil yanlış bir karar gibi görmekten başka yolu yoktu.) Ama Ahmet İnsel sadece geçmiş bir
olay hakkında konuşmuyor, bu olaydan yola çıkarak genel sonuçlara da varıyor: iktisadi
alanda iradeciliğin yeterli olmadığını öğrendiler…
İlginç bulduğum ikinci pasaj geçmişle ilgili değil gelecekle
ilgili, kapitalizmden çıkma imkanıyla ilgili. Yine uzun bir alıntı yapalım:
“Sistemin sermaye
birikimi dinamiği, makineleşmeyle, bilgisayar teknolojisiyle beraber, giderek
daha az doğrudan insan emeğine ihtiyaç duyarak üretim yapmaya yönelik. Öte
yandan, üretim sürecinde ortaya çıkan ürünün tüketilmesi lazım. Tüketilmesi
için insanların o ürüne tüketici olarak ulaşabilmeleri lazım. Sistemin iç
çelişkilerinden biri de bu. Ve bu, belki de gelecekte dönüşümü sağlayacak
mekanizma olacak. Üretim giderek daha az insan emeği merkezli hale geldiğinde,
o üretimin tüketilmesi sürecinde nasıl bir mekanizmamız olacak? Himmet
mekanizması mı? Bir avuç insan, yani üretim araçlarına sahip bir avuç insan,
ürettikleri malı tüketmeleri için insanlara himmet mi edecekler, bir şekilde
sübvansiyon mu verecekler? Sistem, kendisini yeniden üretebilmesi için yeni bir
bölüşüm mekanizmasına –ekonomik olmayan, ekonomi-politik anlamında ekonomik
olmayan– giderek daha fazla ihtiyaç duyacak. Ki, en ileri kapitalizmin olduğu
ülkelerde, ortalama hane halklarının gelirlerinin takriben üçte birine yakını artık
iktisadi olmayan gelirler, işsizlik sigortası, emeklilik geliri, çocukluk
yardımı gibi, iktisadi mekanizmalardan belirlenmeyen bir gelir. Ve bana öyle
geliyor ki, önümüzdeki dönemde, insanların varoluşlarını belirleyen mekanizma,
ekonomi-politik içinden değil, siyasetten belirlenecek. İktisadi bölüşüm
mekanizmasının yerine bir siyasal bölüşüm mekanizması devreye girecek. O zaman
kapitalizmden çıkmaya başlayabileceğiz; toplumsal yapı iktisadi bir temel
yerine siyasi bir temele oturmaya başlayabilecek…” (s. 119).
Ahmet İnsel bunları söyledikten sonra daha kötü senaryoların
yazılabileceğini de kabul ediyor: yeni bir proletaryanın, yeni bir esaretin
ortaya çıkması da mümkün. Dolayısıyla burada söylenenler kaçınılmaz bir
zorunluluğa dayandırılmıyor. Yine de bu iyimser senaryonun analiz-politika
ilişkisi açısından önemli olduğu açık. İyimser senaryo kapitalizmden çıkışı
başlatabilecek bir politika önermiyor, sistemin “iç çelişkilerini” analiz
ederek sistemden çıkışın bu çelişkilerin zorunlu bir sonucu olacağını gösteriyor.
Ahmet İnsel, “[b]en hâlâ daha Marksistim
o konuda. Yani düzenin iç çelişkisidir düzeni değiştiren. Dışarıdan sadece
devirirsiniz, değiştirmezsiniz; devirmek kurmak demek değildir” diyor (s.
114-115). Buna göre, kapitalizmden çıkışla ilgili iyimser bir senaryo
yazabilmek için bir şekilde Marksizmin ortodoks versiyonuna dönmek zorundayız:
yine analiz var politika yok, yine mutlak kapsayıcı analiz politikayı yutuyor. Burada
üç noktaya dikkat çekmeliyiz.
1) İlk olarak, iç çelişki ve çelişkinin aşılmasının
zorunluluğu fikri analizin çerçevesini çiziyor. Önerilen senaryoda çelişkinin
iki terimi var. Bir yandan, teknik gelişmeler insan emeğine duyulan ihtiyacı
gitgide azaltıyor, üretim insansız biçimde de yapılabiliyor, gitgide daha çok
insan işsiz kalıyor. Diğer yandan, insanların tüketebilmek için bir şekilde
para kazanmaları şart. Bu çelişkinin aşılabilmesinin tek yolu da para
yardımlarını çoğaltmak, bir tür gelir dağılımı dengesini dış müdahalelerle
sağlamaya çalışmak. Böylelikle, sistemin ürettiği eşitsizlik yine sistemin iç
çelişkilerinin yönlendiriciliğiyle kısıtlanmak, sınırlandırılmak zorunda.
Düzeni değiştirmek ancak bu şekilde mümkün. Daha önce değindiğimiz yurttaşlık
geliri önerisi de bu bağlamda tekrar düşünüldüğünde politik değerini kaybediyor
aslında. Yurttaşlık geliri de temelde politik bir öneriden çok aynı iç
çelişkinin zorunlu bir sonucu değil mi?
2) Bu analizde, demokratik biçimde alınan kararlarla işleyen
gerçek politika, bizi sistemin iç çelişkilerini aşmaya götürecek olan şey
değil. Daha çok tersi doğru. Sistemin iç çelişkileri bizi gerçek politikaya
götürecek. Politik kararlarla ekonomiyi sınırlandırmayacağız, çünkü ekonomi
alanında iradeciliğin yeterli olmadığını öğrendik. Ekonominin kendisi koşullar
hazır olduğunda bizi politikaya götürecek. O zaman “iktisadi bölüşüm mekanizmasının yerine bir siyasal bölüşüm mekanizması
devreye girecek. O zaman kapitalizmden çıkmaya başlayabileceğiz; toplumsal yapı
iktisadi bir temel yerine siyasi bir temele oturmaya başlayabilecek”. Gerçek
politika bizi sosyalizme götürmeyecek, sosyalizmle birlikte gerçek politika
başlayacak (ki bu başlangıç da aşamalılık fikrinin sürekli ertelediği, hep ufuk
olarak kalan bir başlangıç aslında).
3) Son kertede politika ekonomiyi değil ekonomi politikayı
belirlemiş oluyor dedik. Ama Ahmet İnsel’in analizini dikkatle okursak,
ekonomiyi belirleyen temel bir etken daha var: teknik. Sistemde iç çelişkiler
doğuran şey teknik gelişmeler, makineleşme. Tekniğin geldiği nokta insan
emeğine duyulan ihtiyacı önemli ölçüde azalttığı için çelişkiler ortaya
çıkıyor. Bu, Marx’ta da sık sık karşımıza çıkan bir durum. Üretim ilişkileri
başka ilişki türlerini belirliyor, ama üretim ilişkilerini de üretim
araçlarının durumu belirliyor. Üretim araçlarının durumunu belirleyen şey ise
teknik (kapitalizmin ilk dönemlerinde ortaya çıkan makine kırıcılar bir bakıma belki
de göründüklerinden daha az naiftiler, tüm bilgilerin kayıtlı olduğu ana
bilgisayarın fişini çekerek ya da klavyesine su dökerek bütün sistemi çöküntüye uğratan bilim-kurgu kahramanlarının habercileri olarak görebiliriz onları!). Elbette
burada çift yönlü bir belirleme olduğu söylenebilir. Tekniğin hangi alanlarda
gelişeceğini ekonomi belirliyor, teknik gelişmeler ekonomiyi belirliyor. En
azından tekniğin temel bir belirleyici rol oynadığı açık.
Kitapta yukarıda alıntıladığımıza benzer başka pasajlar da
bulabiliriz. İşte sistemin bir başka çelişkisi: “Pazar ekonomisinde şöyle bir açmaz var: Pazar ekonomisi kendini yeniden
üretmek dinamiğine sahip değil. Her şeyin, bütün insan ilişkilerinin
metalaştığını düşünelim, ideal pazar ekonomisinin mantığı bu değil mi: Her
şeyin, bütün toplumsal ilişkilerin metalaşması. Bütün toplumsal ilişkilerin
metalaşması, anne ve babanın çocuklarını büyütme ilişkisinin de metalaşması
demektir. O zaman, anne de diyecek ki: ‘Ben bu kadar emek harcıyorum, bu
emeğimin karşılığının ücret olarak verilmesi lazım. Benim ömrüm kısıtlı, 60-70
sene yaşayacağım, bu zaman zarfında ben en fazla faydayı elde etmek istiyorum.
En fazla faydayı elde etmenin karşılığında da bir bedel var, ben varlığımı,
keyif alacağım zamanımı çocuklara hasretmek yerine kendime hasretmek istiyorum.
Çocuklara hasredeceksem, bana bir bedel verin.’ İşte tam piyasa ekonomisinin
mantığında bir iktisadi ilişki. Peki ne yapacaksınız?...” (s. 83-84). Yine
bir iç çelişki, pazar ekonomisinin kendisinden kaynaklanan bir açmaz var. Yine
iç çelişki bizi politik çözümler bulmaya itiyor.
Özetlersek, ortaya çıkan tablo şöyle bir şey: bir yandan,
Ahmet İnsel ekonomiden kendini bağımsızlaştıran bir sol politika geliştirilmesi
gerektiğini söylüyor. “Eğer insanlar
davranışlarını, değerlerini, toplumsal beklentilerini değiştirebilirlerse veya
en azından kısmi olarak değiştirirlerse, o zaman iktisadi davranışlar ve
sonuçlar da değişecektir. Bunun için özgürlükçü sosyalizmin iktisattan toplumu
değiştirmek amacı gütmek yerine, toplumdan iktisadı değiştirmek siyaseti ve
insani-toplumsal hedefleri iktisadi devinimin ana belirleyenleri haline
getirmek mücadelesi vermesi gerekir” diyor (s. 129). Diğer yandan,
kitaptaki analizler önerilen bu politikanın neye benzeyebileceğini yeterince
örneklemiyor, hatta aksine bu önerinin sınırlarına işaret ediyor. Elbette
söyleşilerde somut politik tercihlerin ifade edildiğini de görüyoruz. Ama bu
tercihler doğrudan ekonomiyle değil, insan hakları, demokrasi gibi ekonomiden
görece bağımsız politik sorunlarla ilgili. Bunlar ekonomik liberalizmi savunan herhangi
birinin de rahatça üstlenebileceği konumlar. Başka bir deyişle, solu sol olarak
tanımlayacak alanlardaki eksiklik daha genel bir politik liberalizm savunusuyla
dengeleniyor sanki.
Son söz Mehmet Altan’dan. Üç dört hafta önce izlediğim bir
televizyon programında Mehmet Altan Arabistan olur muyuz, olmaz mıyız
tartışmasına girdi ve şöyle bir çözümle içimizi rahatlattı: Türkiye istese
de Arabistan olamaz, çünkü Araplarda petrol var, dolayısıyla kendilerini dünyadan
yalıtmalarına izin verecek bir ekonomik güç var ellerinde. Oysa Türkiye
ekonomisi turizme falan dayanıyor ve ülkenin dünyaya açık olmasını zorunlu
kılıyor!