4 Mayıs 2012 Cuma

Felsefe Doktorası Paradoksu


Felsefeyle ilgilenenlerin bir kısmının başına gelen tuhaf bir durum felsefe doktorası yazmak. Tuhaf ve çoğu zaman sıkıcı, hayattan bezdiren bir etkinlik. Tabii bunun için önce master aşamasını bir şekilde atlatmış olmak gerek.
Neden tuhaf ve sıkıcı felsefe doktorası yapmak? Doktoranın master’dan farkı ne? İlk fark elbette hacim farkı. Felsefe için konuşursak, master seksen, yüz sayfalık, bilemedin yüz elli sayfalık bir metin. Doktora, iki yüz elli, üç yüzden başlıyor, git gidebildiğin kadar, yazması yıllar sürüyor. Ama tek fark bu değil, doktora master’ın şişmanlamış bir versiyonu değil. Uzunluğun ötesinde bunlar iki farklı çalışma biçimi, öğrenciden ilk durumda beklenenle ikinci durumda beklenen hiç aynı değil. Master’da beklenen, felsefi bir problemi o problemle ilgili alan, dönem, filozof… hakkında büyük bir hata yapmadan ele alabilmeniz. Özgün olmanıza gerek yok: problemi görece hatasız biçimde ortaya koymanız, olası çözümleri, olası çözümlerin sınırlarını belirtmeniz, tercih ettiğimiz çözümü ya da çözümleri tercih etme gerekçelerinizi görece hatasız biçimde göstermeniz yeterli. Ulaştığınız sonuçlara sizden önce başkaları da ulaşmış olabilir, önerdiğiniz çözümleri sizden önce başkaları da önermiş olabilir, olsun, bunlar önemli değil. Önemli olan, master tezinizi okuyanları ikna edebilecek sağlam gerekçeler öne sürebilmeniz. Amerika’yı yeniden keşfediyorsunuz, olsun, ilk keşfeden sizmişsiniz gibi dikkatli, araştırıcı, özenliyseniz sorun yok. Doktoradan beklenense tamamen farklı. İdeal bir doktora tezinde, ideal diyorum, çünkü Türkiye’deki felsefe tezlerinin büyük çoğunluğu, abartalım, birkaç istisna hariç tamamı şişman master’lardan ibaret, evet ideal bir tezde akademik alana katkı yapılması gerek. Artık görece tutarlı, hatasız, sağlam bir argümantasyonla bir problemi çözmeniz yetmiyor, özgün de olmanız bekleniyor. Akademik alana katkı yapabilmek için özgün bir şeyler söylemeniz bekleniyor.
Akademik tartışmaya katkıda bulunmanın yani özgün olmanın iki yolu var, üç yolu yok. Bir problemi ele alıp tartışıyorsunuz, önünüzde iki seçenek var: ya sizden önce o problemi ele almış olan birçok kişi var zaten, bu durumda onlarla hesaplaşmanız, problemin henüz açılmamış, göz ardı edilmiş yanlarını göstermeniz, mevcut çözümleri, yorumları eleştirip onların ötesine geçmeniz gerek. Yani özgünlüğünüzü zaten var olan bir tartışmayı ilerleterek göstereceksiniz. Ya da daha önce ele alınmamış bir problemi gündeme getirmek üzeresiniz, bu durumda da neden o problemin hiç ele alınmadığını, halbuki bunun ne kadar gerekli olduğunu göstermeniz gerek. Yani özgünlüğünüzü yeni bir tartışma açarak göstereceksiniz. Özetle iki durumda da doktorada ele aldığınız problemle akademik alanın mevcut durumu arasındaki ilişkiyi hesaba katmanız bekleniyor. Doktorayı yazarken öğrencilikten akademisyenliğe geçiş yapıyorsunuz aslında, tez artık akademik cemaatin bir parçası olduğunuzun ispatı gibi bir şey. Dahil olmaya çalıştığınız alana nasıl bir katkı yapabileceğinizi gösteriyorsunuz tez yazarak.    
Tezin tuhaflığı, sıkıcılığı burada başlıyor işte. Tez yazma etkinliğiyle normal felsefe yapma biçimimiz genelde birbiriyle pek örtüşmeyen iki ayrı şey olarak kalıyor. Normalde felsefe yaparken düşündüklerimizin doğru olup olmadığıyla ilgileniriz. Okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz konuşmalar, katıldığımız tartışmalar vb. ilgilendiğimiz alanda doğru olduğunu kabul ettiğimiz fikirlere ulaşmamıza yardım eder. Araştırmamız ilerledikçe fikirlerimiz değişir, gelişir, sağlamlaşır, benimsediğimiz konumun doğruluğunu daha ikna edici biçimde görebilmeye ve gösterebilmeye başlarız. Bu bir. Peki neden felsefenin bazı alanlarıyla diğerlerinden daha çok ilgileniyoruz? Çünkü o alandaki problemleri daha net görebiliyoruz. O alanın problemlerinin bir şekilde bizim problemlerimiz olduğunu hissediyoruz. Bu da iki. Doğru olduğunu düşündüğümüz sonuçlara varmaya çalışmak, bunu da problemleriyle ilgilendiğimiz bir alanda yapmak. İşte felsefe. İlk kısım yani doğrulukla ilgili olan kısım öznel değil, bize bağlı değil. Araştırmamız ilerledikçe sahip olduğumuz fikirlerin yanlışlığını fark edebiliriz. O zaman daha ikna edici argümanlara dayanan başka fikirlere yöneliriz. Doğruluk ve yanlışlık kişisel tercihlerimize bağlı şeyler değil. Felsefe bu yüzden kişisel değil zaten. Oysa ikinci kısım yani hangi alanda çalışacağımızın belirlenmesiyle ilgili kısım, bir ölçüde öznel. Ontolojiyle mi, siyaset felsefesiyle mi, felsefe tarihiyle mi, Kant’la mı Aristo’yla mı… ilgileneceğimiz bize bağlı. Bizi en çok ilgilendiren problemler hakkında çalışabileceğimiz alana yöneliyoruz. Bu da felsefenin kısmen kişisel denebilecek yönü. Problemler kişisel tercihlere bağlı, doğruluk ve yanlışlık bizden bağımsız.     
Felsefe doktorası yazmak normal felsefe yapma biçimimizin bu iki yönünden biriyle çelişiyor genelde. Tuhaflığı, sıkıcılığı da bundan kaynaklanıyor. Doktoranın akademik alana katkı yapması gerektiğini söyledik. Demin dediğimiz gibi bu katkı iki türlü olabilir. Ya daha önce birçok kişinin zaten üzerinde düşünmüş olduğu bir problemi yeni, özgün bir biçimde ele alarak katkı sağlarsınız, ya üzerine çalışılmamış bir problemi gündeme getirerek. Ya eski problemlere yeni çözümler, ya bilinmedik, yeni problemler. Genelde bir tez bu iki uç arasında bir yerde durur, kısmen çözümleri değiştirir, kısmen problemleri yeniler.
İlk duruma biraz yakından bakalım. Üzerinde çokça durulmuş bir probleme nasıl yeni bir çözüm getirebilirsiniz? Uzun bir deneme-yanılma sürecinden geçmeniz gerekir elbette. Aklınıza yeni olduğunu düşündüğünüz ilginç bir çözüm gelir. Çalışa çalışa çözümünüzü gerekçelendirirsiniz, sağlamlaştırırsınız. Ama tam tezinizi savunacak noktaya gelmişken aynı konuda birkaç yıl önce yazılmış, sizinkine çok benzer bir konumu savunan, üstelik sizden daha sağlam biçimde savunan bir tez ya da daha beteri yayınlanmış bir kitap olduğunu fark edersiniz. Bir gün bir makale okursunuz ve önerdiğiniz çözüme yöneltilebilecek sağlam bir itiraz olduğunu fark edersiniz. Üç dört yıllık çalışmanızı çöpe atıp sıfırdan tekrar başlamanız gerekir o zaman. Umutsuzluk anları olur, çalıştığınız konuda söylenebilecek her şeyin zaten söylenmiş olduğu hissine kapılırsınız, vazgeçmeyi düşünürsünüz, keşke başka bir konuda çalışsaydım, başka bir işle uğraşsaydım falan dersiniz. Bir süre bu vaziyette devam ettikten sonra da eninde sonunda daha önce kimsenin aklına gelmemiş olan o çözümü, olası itirazlara karşı yeni argümanları bulmaya başlarsınız. Mutlu son.
Ama bu uzun ve sancılı sürüklenme, bocalama, araştırma döneminde problemle aranızdaki ilişki de değişmeye başlamıştır siz farkına bile varmadan. Amacınız artık problemi çözmek değil, problemi daha önce hiç kimsenin aklına gelmemiş bir biçimde çözmektir. Önerdiğiniz çözümü problemin iç dinamikleri değil akademik araştırmanın mevcut durumu belirlemeye başlamıştır. Söylediklerinizin doğru olup olmadığıyla değil, yeni olup olmadığıyla ilgilenmeye başlamışsınızdır. O zaman normal felsefe yapma biçiminin doğruluk ve yanlışlıkla ilgili olan ilk yönünü, felsefenin kişisel olmayan, nesnel yönünü özgün olmak adına (en azından kısmen) feda etmişsiniz demektir. Tabii ki kimse felsefe doktorası yazıyorum diye göz göre göre yalan söylemez, hiç inanmadığı bir fikri savunmak için yüzlerce sayfa yazmaz. O yüzlerce sayfayı yazarken savunduğunuz fikre yavaş yavaş inanmaya da başlarsınız, hipotetik okurunuzu ikna etmeden önce kendinizi ikna edersiniz bir şekilde.
Peki doğru olmadığı besbelli olan yeni fikirleri savunmak akademik araştırmaya nasıl bir katkı sağlayacak? Özgünlük araştırmayı ilerletmek için tek başına yeterli olabilir mi? Bu katkının nasıl bir şey olabileceğini göstermek için kendi çalıştığım alandan birbiriyle bağlantılı iki uç örnek vereyim. A. P. Bos’un The Soul and its instrumental Body. A Reinterpretation of Aristotle’s Philosophy of Living Nature diye bir kitabı var (Leiden-Boston, Brill, 2003). Bu kitap bir doktora tezi değil, dört yüz küsur sayfalık kapsamlı bir akademik çalışma (bu, söylediklerimin sadece doktora çalışmaları için değil, genel olarak akademik araştırmalar için de geçerli olduğunu gösteriyor). Bos, kitabında Aristoteles’in ruh anlayışıyla ilgili daha önce hiçbir Aristo yorumcusunun savunmadığı ilginç bir fikir savunuyor. Bos’a göre, Aristo’nun ruhu tanımlarken sözünü ettiği “organik beden” (physikon organikon soma) organlardan oluşan beden, yani organizma değil, ruhun araç olarak kullandığı (çünkü organikon araçsal da demek) nefes, yani Aristo’nun sumphuton pneuma dediği doğuştan gelen nefes. Bos, bu nefesle ay-üstü dünyayı oluşturan birinci öğe arasında da bir ilişki kuruyor. Bu okuma yeni olmasına yeni, üstelik ayrıntılı bir biçimde, uzun uzun gerekçelendirilerek savunuluyor. Ama çok az Aristo metnine dayanıyor ve çok fazla spekülasyon barındırıyor. Bos kadar Aristo uzmanı olmayan, ama Ruh Üzerine’yi dikkatle okuyan biri bu okumanın doğru olmadığını tam ispat edemese bile bir şekilde hisseder. Benzer ikinci bir örnek: G. Freudenthal Aristotle’s Theory of Material Substance. Heat and Pneuma, Form and Soul (Oxford, 1995) adlı kitabında nefesin taşıdığı sıcaklığın sadece hareket ettirici neden değil aynı zamanda formel neden olduğunu, bu yüzden de canlılığın esas belirleyicisi olduğunu, yani maddenin form kazanmasını sağladığını savunuyor. Bu da Bos’unki kadar yeni, ilginç, ama spekülatif bir okuma. Tahmin edebileceğiniz gibi, Bos da Freudenthal da başka Aristo yorumcuları tarafından defalarca tartışıldı, defalarca eleştirildi (şu ana kadar bu iki kitaptan birinin ana tezini savunan bir makaleye rastlamadım). Ama bizim doktora tezi tartışmasıyla ilgili olarak esas üzerinde durmamız gereken şey şu: Bos da Freudenthal da elbette okuru kandırmıyor ya da inanmadığı bir fikri savunmuyor. Daha çok bir tür düşünce deneyi söz konusu. Aristo’yu ilk bakışta eksantrik gelebilecek bazı hipotezlerden yola çıkarak okumaya kalkarsak sonuç ne olur? Bu tür uç deneyler, klasik okumaları zorlayan çalışmalar bile akademik alana negatif bir katkı sağlıyor aslında. Bunlar kabul ettiğiniz okumaların sağlamasını yapmaya zorluyorlar sizi. Okumalarınızın tam hesabını veremediğiniz karanlık noktalarıyla ya da gizlice kabul ettiğiniz örtük öncüllerinizle yüzleşmenizi sağlıyorlar vb. 
Şimdi de ikinci duruma bakalım. Defalarca çalışılmış, tüketilmiş gibi görünen problemler üzerine çalışmaktansa kimsenin üzerinde durmadığı bir problemi ele almayı seçiyorsunuz tezinizde. Çok güzel. Bu sefer bulduğunuz çözümleri başka birinin sizden önce bulmuş olma ihtimali yok. Çalışmanızı çöpe atıp sıfırdan başlamanıza yol açacak potansiyel rakipleriniz yok. Sizi eksantrik hipotezlere, spekülatif okumalara sürükleyecek dışsal bir baskı yok. Yalnızsınız, özgürsünüz, problemle baş başasınız. Akademik alana katkı yapmak uğruna doğruluğu özgünlüğe feda etmek zorunda da değilsiniz, problemin sizi götüreceği yere gidebilirsiniz. İyi de böyle el değmemiş, sizi bekleyen problemler var mı gerçekten? Daha önce kimsenin ele almadığı (ya da insaflı olalım, az ele alınmış, yeterince ele alınmamış) bir problemi nereden bulacaksınız? Yine Antik Yunan örneği üzerinden düşünelim. Aristo çalışmak istiyorsunuz, ama yüzyıllardır herkes Aristo okuyor zaten. Platon deseniz durum yine aynı. Plotinos, Epikuros, Stoacılar… durum aynı aynı aynı. Sonra Aspasius diye kimsenin bilmediği bir Aristo yorumcusu keşfediyorsunuz. Bizans Aristo okumalarıyla da kimse pek ilgilenmemiş. Aristo çalışmak yerine Theophrastos çalışın, Straton çalışın vb. vb. Bu şekilde eninde sonunda az çalışılmış bir konu bulursunuz, o konuda da doğruluktan taviz vermeden çalışmanızı yaparsınız. Dolayısıyla normal felsefe yapma biçiminin doğrulukla ilgili olan ilk yönüne sadık kalmış olursunuz. Ama bu sefer de felsefenin görece öznel olduğunu söylediğimiz kısmı tehlikeye girer, yani bir şekilde bizimle ilgili olduğunu, bize hitap ettiğini hissettiğimiz problemler üzerine çalışma arzusu. Doğruluktan taviz vermiyorsunuz ama Aristo’yla ilgilendiğiniz halde Straton çalışıyorsunuz. İstediğiniz bir konuda çalışıp sizi bile tam ikna etmeyen tezler savunmak yerine istemediğiniz bir konuda çalışıp ikna olduğunuz fikirler öne sürüyorsunuz.
Elbette bir ara çözüm olarak, zapping yapıp istemediğiniz, pek izlenmeyen bir kanalda durmak yerine zoom yapıp istediğiniz görüntüye odaklanabilirsiniz. Yani istemediğiniz bir filozof üzerine çalışmak yerine sevdiğiniz bir filozofun henüz çalışılmamış yanlarına odaklanabilirsiniz. Aristo’nun Metafizik’i pek çok kez yorumlanmış olabilir, ama Metafizik, Z, 3’ü tartıştığınızda yorumlar da bir ölçüde azalacaktır kuşkusuz. Belli pasajların yakın okumasını yapabilir, çok spesifik sorunları ayrıntısıyla ele alabilirsiniz. Ama burada da aynı paradoks daha küçük bir ölçekte tekrar karşımıza çıkmış olmuyor mu? Manzaranın ilginç yanları zaten ele alınıp tartışılmış, geriye eksantrik okumalardan başka bir şey bırakılmamış, aşırı zoom yaptığınızda ise manzara ilginçliğini yitirmeye başlıyor. Sevmediğiniz bir resme bakmakla sevdiğiniz bir resmin içine gömülmek arasında ne fark var?

Özetlersek, felsefe doktorasını tuhaf, sıkıcı ve az çok paradoksal hale getiren tablo şöyle bir şey. Normalde felsefe yapma biçimimizi belirleyen iki etken var:

A) Nesnel etken: bir felsefi problemin doğru çözümüyle ilgileniyoruz.
B) Öznel etken: bize daha çok hitap eden problemlere yöneliyoruz.

Bir felsefe doktorasının akademik alana katkı sunma koşulunu karşılamasını sağlayabilecek iki özgünlük biçimi var:

1) Çözümler düzeyinde özgünlük: daha önce ele alınmış bir probleme yeni bir çözüm getiriyoruz ya da bir çözümü savunmanın gerekçelendirilmesini yeniliyoruz.
2) Problemler düzeyinde özgünlük: daha önce ele alınmamış bir problemi tartışmaya açıyoruz.

1’de B’yle ilgili bir sorun yok, ama A tehdit altında. 2’de A’yla ilgili bir sorun yok, ama B tehdit altında. Her durumda, doktora çalışması felsefe etkinliğinin bir yönünün feda edilmesini gerektiriyor. Elbette A’sı B’si olan bir doktora tezi yazmak da mümkün. Ama bu ancak nadiren olabilecek bir şey. Belki de sorun üniversitede ders vermek isteyen herkesin bu tuhaf deneyimi yaşamaya mecbur bırakılması. Birçok insan sadece hoca olabilmek için tez yazıyor, tez yazmak için değil.

Son söz: Ulus Baker doktorasını verdikten sonra şu kısa metni yazmış:
yaptığımız ve yapmayı sürdürdüğümüz işlere, düşündüklerimize, hissettiklerimize asla inanmadan ne kadar çok şey yaşadığımıza dair bir tartışmayı içeren doktora tezimi nihayet dün sunabildim; bazı dostlarım sayesinde kabul edildi; böylece, teknik anlamda bazı düzeltmeler kalmakla birlikte daha bir aranızda olabilecek bir haldeyim... bir tez jürisi hikayesi anlatmayacağım elbette, ama tek söyleyebileceğim şeyi söylemeden edemeyeceğim: sevinç yerine bir "bakiye" duyguyla karşı karşıya kaldım... beş altı yıldır uğraştığım ve şu anda benim için "çok özel" üç kişinin sayesinde tamamlanmış olduğuna kani olduğum bir çalışma sürecinden geriye sadece biraz "hüzün" kaldı... olayı odtü'deki mahfuz bir lojmanda günbatımına karşı absolut vodka, havyar, hıyar turşusu, caz, rus, amerikan, alman ve barış gücü askeri ceket ve pantalonları, rebetika ve kazaska eşliğinde kutlamaya çalıştık --ama yine geriye hüzün kaldı... her yeni gün geriye kalan günlerin sorgulanmasıdır diyerek geçiştirmeye çalıştığımız bir hüzündü bu... belki sadece duke ellington başedebilirdi böyle bir şeyle... ve öyle de oldu... ama geriye yine biraz hüzün kaldı...
aranızda bu olayın gerçekleşmesine --hiç farkında olmasalar bile-- katkıları olanlara (ve olmayanlara da) sonsuz teşekkür ediyorum...
hüzün geriye kalandır. biraz blues dinleyin benim için...