Felsefeyle
ilgilenenlerin bir kısmının başına gelen tuhaf bir durum
felsefe doktorası yazmak. Tuhaf ve çoğu zaman sıkıcı, hayattan bezdiren bir
etkinlik. Tabii bunun için önce master aşamasını bir şekilde atlatmış olmak
gerek.
Neden tuhaf ve sıkıcı
felsefe doktorası yapmak? Doktoranın master’dan farkı ne? İlk fark elbette
hacim farkı. Felsefe için konuşursak, master seksen, yüz sayfalık, bilemedin
yüz elli sayfalık bir metin. Doktora, iki yüz elli, üç yüzden başlıyor, git
gidebildiğin kadar, yazması yıllar sürüyor. Ama tek fark bu değil, doktora
master’ın şişmanlamış bir versiyonu değil. Uzunluğun ötesinde bunlar iki farklı
çalışma biçimi, öğrenciden ilk durumda beklenenle ikinci durumda beklenen hiç
aynı değil. Master’da beklenen, felsefi bir problemi o problemle ilgili alan,
dönem, filozof… hakkında büyük bir hata yapmadan ele alabilmeniz. Özgün
olmanıza gerek yok: problemi görece hatasız biçimde ortaya koymanız, olası çözümleri,
olası çözümlerin sınırlarını belirtmeniz, tercih ettiğimiz çözümü ya da
çözümleri tercih etme gerekçelerinizi görece hatasız biçimde göstermeniz
yeterli. Ulaştığınız sonuçlara sizden önce başkaları da ulaşmış olabilir,
önerdiğiniz çözümleri sizden önce başkaları da önermiş olabilir, olsun, bunlar
önemli değil. Önemli olan, master tezinizi okuyanları ikna edebilecek sağlam
gerekçeler öne sürebilmeniz. Amerika’yı yeniden keşfediyorsunuz, olsun, ilk
keşfeden sizmişsiniz gibi dikkatli, araştırıcı, özenliyseniz sorun yok. Doktoradan
beklenense tamamen farklı. İdeal bir doktora tezinde, ideal diyorum, çünkü
Türkiye’deki felsefe tezlerinin büyük çoğunluğu, abartalım, birkaç istisna
hariç tamamı şişman master’lardan ibaret, evet ideal bir tezde akademik alana
katkı yapılması gerek. Artık görece tutarlı, hatasız, sağlam bir argümantasyonla
bir problemi çözmeniz yetmiyor, özgün de olmanız bekleniyor. Akademik alana
katkı yapabilmek için özgün bir şeyler söylemeniz bekleniyor.
Akademik tartışmaya
katkıda bulunmanın yani özgün olmanın iki yolu var, üç yolu yok. Bir problemi
ele alıp tartışıyorsunuz, önünüzde iki seçenek var: ya sizden önce o problemi
ele almış olan birçok kişi var zaten, bu durumda onlarla hesaplaşmanız,
problemin henüz açılmamış, göz ardı edilmiş yanlarını göstermeniz, mevcut
çözümleri, yorumları eleştirip onların ötesine geçmeniz gerek. Yani
özgünlüğünüzü zaten var olan bir tartışmayı ilerleterek göstereceksiniz. Ya da
daha önce ele alınmamış bir problemi gündeme getirmek üzeresiniz, bu durumda da
neden o problemin hiç ele alınmadığını, halbuki bunun ne kadar gerekli olduğunu
göstermeniz gerek. Yani özgünlüğünüzü yeni bir tartışma açarak göstereceksiniz.
Özetle iki durumda da doktorada ele aldığınız problemle akademik alanın mevcut
durumu arasındaki ilişkiyi hesaba katmanız bekleniyor. Doktorayı yazarken
öğrencilikten akademisyenliğe geçiş yapıyorsunuz aslında, tez artık akademik
cemaatin bir parçası olduğunuzun ispatı gibi bir şey. Dahil olmaya çalıştığınız
alana nasıl bir katkı yapabileceğinizi gösteriyorsunuz tez yazarak.
Tezin tuhaflığı,
sıkıcılığı burada başlıyor işte. Tez yazma etkinliğiyle normal felsefe yapma
biçimimiz genelde birbiriyle pek örtüşmeyen iki ayrı şey olarak kalıyor. Normalde
felsefe yaparken düşündüklerimizin doğru olup olmadığıyla ilgileniriz.
Okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz konuşmalar, katıldığımız tartışmalar vb.
ilgilendiğimiz alanda doğru olduğunu kabul ettiğimiz fikirlere ulaşmamıza
yardım eder. Araştırmamız ilerledikçe fikirlerimiz değişir, gelişir,
sağlamlaşır, benimsediğimiz konumun doğruluğunu daha ikna edici biçimde
görebilmeye ve gösterebilmeye başlarız. Bu bir. Peki neden felsefenin bazı
alanlarıyla diğerlerinden daha çok ilgileniyoruz? Çünkü o alandaki problemleri
daha net görebiliyoruz. O alanın problemlerinin bir şekilde bizim
problemlerimiz olduğunu hissediyoruz. Bu da iki. Doğru olduğunu düşündüğümüz
sonuçlara varmaya çalışmak, bunu da problemleriyle ilgilendiğimiz bir alanda
yapmak. İşte felsefe. İlk kısım yani doğrulukla ilgili olan kısım öznel değil,
bize bağlı değil. Araştırmamız ilerledikçe sahip olduğumuz fikirlerin
yanlışlığını fark edebiliriz. O zaman daha ikna edici argümanlara dayanan başka
fikirlere yöneliriz. Doğruluk ve yanlışlık kişisel tercihlerimize bağlı şeyler
değil. Felsefe bu yüzden kişisel değil zaten. Oysa ikinci kısım yani hangi
alanda çalışacağımızın belirlenmesiyle ilgili kısım, bir ölçüde öznel.
Ontolojiyle mi, siyaset felsefesiyle mi, felsefe tarihiyle mi, Kant’la mı
Aristo’yla mı… ilgileneceğimiz bize bağlı. Bizi en çok ilgilendiren problemler
hakkında çalışabileceğimiz alana yöneliyoruz. Bu da felsefenin kısmen kişisel
denebilecek yönü. Problemler kişisel tercihlere bağlı, doğruluk ve yanlışlık
bizden bağımsız.
Felsefe doktorası
yazmak normal felsefe yapma biçimimizin bu iki yönünden biriyle çelişiyor
genelde. Tuhaflığı, sıkıcılığı da bundan kaynaklanıyor. Doktoranın akademik
alana katkı yapması gerektiğini söyledik. Demin dediğimiz gibi bu katkı iki
türlü olabilir. Ya daha önce birçok kişinin zaten üzerinde düşünmüş olduğu bir
problemi yeni, özgün bir biçimde ele alarak katkı sağlarsınız, ya üzerine
çalışılmamış bir problemi gündeme getirerek. Ya eski problemlere yeni çözümler,
ya bilinmedik, yeni problemler. Genelde bir tez bu iki uç arasında bir yerde
durur, kısmen çözümleri değiştirir, kısmen problemleri yeniler.
İlk duruma biraz
yakından bakalım. Üzerinde çokça durulmuş bir probleme nasıl yeni bir çözüm
getirebilirsiniz? Uzun bir deneme-yanılma sürecinden geçmeniz gerekir elbette. Aklınıza
yeni olduğunu düşündüğünüz ilginç bir çözüm gelir. Çalışa çalışa çözümünüzü
gerekçelendirirsiniz, sağlamlaştırırsınız. Ama tam tezinizi savunacak noktaya
gelmişken aynı konuda birkaç yıl önce yazılmış, sizinkine çok benzer bir konumu
savunan, üstelik sizden daha sağlam biçimde savunan bir tez ya da daha beteri
yayınlanmış bir kitap olduğunu fark edersiniz. Bir gün bir makale okursunuz ve
önerdiğiniz çözüme yöneltilebilecek sağlam bir itiraz olduğunu fark edersiniz.
Üç dört yıllık çalışmanızı çöpe atıp sıfırdan tekrar başlamanız gerekir o
zaman. Umutsuzluk anları olur, çalıştığınız konuda söylenebilecek her şeyin
zaten söylenmiş olduğu hissine kapılırsınız, vazgeçmeyi düşünürsünüz, keşke
başka bir konuda çalışsaydım, başka bir işle uğraşsaydım falan dersiniz. Bir
süre bu vaziyette devam ettikten sonra da eninde sonunda daha önce kimsenin
aklına gelmemiş olan o çözümü, olası itirazlara karşı yeni argümanları bulmaya
başlarsınız. Mutlu son.
Ama bu uzun ve
sancılı sürüklenme, bocalama, araştırma döneminde problemle aranızdaki ilişki
de değişmeye başlamıştır siz farkına bile varmadan. Amacınız artık problemi çözmek
değil, problemi daha önce hiç kimsenin aklına gelmemiş bir biçimde çözmektir.
Önerdiğiniz çözümü problemin iç dinamikleri değil akademik araştırmanın mevcut
durumu belirlemeye başlamıştır. Söylediklerinizin doğru olup olmadığıyla değil,
yeni olup olmadığıyla ilgilenmeye başlamışsınızdır. O zaman normal felsefe
yapma biçiminin doğruluk ve yanlışlıkla ilgili olan ilk yönünü, felsefenin
kişisel olmayan, nesnel yönünü özgün olmak adına (en azından kısmen) feda
etmişsiniz demektir. Tabii ki kimse felsefe doktorası yazıyorum diye göz göre
göre yalan söylemez, hiç inanmadığı bir fikri savunmak için yüzlerce sayfa
yazmaz. O yüzlerce sayfayı yazarken savunduğunuz fikre yavaş yavaş inanmaya da
başlarsınız, hipotetik okurunuzu ikna etmeden önce kendinizi ikna edersiniz bir
şekilde.
Peki doğru olmadığı
besbelli olan yeni fikirleri savunmak akademik araştırmaya nasıl bir katkı
sağlayacak? Özgünlük araştırmayı ilerletmek için tek başına yeterli olabilir
mi? Bu katkının nasıl bir şey olabileceğini göstermek için kendi çalıştığım
alandan birbiriyle bağlantılı iki uç örnek vereyim. A. P. Bos’un The Soul and its instrumental Body. A
Reinterpretation of Aristotle’s Philosophy of Living Nature diye bir kitabı
var (Leiden-Boston, Brill, 2003). Bu kitap bir doktora tezi değil, dört yüz
küsur sayfalık kapsamlı bir akademik çalışma (bu, söylediklerimin sadece
doktora çalışmaları için değil, genel olarak akademik araştırmalar için de
geçerli olduğunu gösteriyor). Bos, kitabında Aristoteles’in ruh anlayışıyla
ilgili daha önce hiçbir Aristo yorumcusunun savunmadığı ilginç bir fikir
savunuyor. Bos’a göre, Aristo’nun ruhu tanımlarken sözünü ettiği “organik
beden” (physikon organikon soma)
organlardan oluşan beden, yani organizma değil, ruhun araç olarak kullandığı
(çünkü organikon araçsal da demek)
nefes, yani Aristo’nun sumphuton pneuma
dediği doğuştan gelen nefes. Bos, bu nefesle ay-üstü dünyayı oluşturan birinci
öğe arasında da bir ilişki kuruyor. Bu okuma yeni olmasına yeni, üstelik
ayrıntılı bir biçimde, uzun uzun gerekçelendirilerek savunuluyor. Ama çok az
Aristo metnine dayanıyor ve çok fazla spekülasyon barındırıyor. Bos kadar
Aristo uzmanı olmayan, ama Ruh Üzerine’yi
dikkatle okuyan biri bu okumanın doğru olmadığını tam ispat edemese bile bir
şekilde hisseder. Benzer ikinci bir örnek: G. Freudenthal Aristotle’s Theory of Material Substance. Heat and Pneuma, Form and
Soul (Oxford, 1995) adlı kitabında nefesin taşıdığı sıcaklığın sadece
hareket ettirici neden değil aynı zamanda formel neden olduğunu, bu yüzden de
canlılığın esas belirleyicisi olduğunu, yani maddenin form kazanmasını
sağladığını savunuyor. Bu da Bos’unki kadar yeni, ilginç, ama spekülatif bir
okuma. Tahmin edebileceğiniz gibi, Bos da Freudenthal da başka Aristo
yorumcuları tarafından defalarca tartışıldı, defalarca eleştirildi (şu ana
kadar bu iki kitaptan birinin ana tezini savunan bir makaleye rastlamadım). Ama
bizim doktora tezi tartışmasıyla ilgili olarak esas üzerinde durmamız gereken
şey şu: Bos da Freudenthal da elbette okuru kandırmıyor ya da inanmadığı bir
fikri savunmuyor. Daha çok bir tür düşünce deneyi söz konusu. Aristo’yu ilk
bakışta eksantrik gelebilecek bazı hipotezlerden yola çıkarak okumaya kalkarsak
sonuç ne olur? Bu tür uç deneyler, klasik okumaları zorlayan çalışmalar bile
akademik alana negatif bir katkı sağlıyor aslında. Bunlar kabul ettiğiniz
okumaların sağlamasını yapmaya zorluyorlar sizi. Okumalarınızın tam hesabını
veremediğiniz karanlık noktalarıyla ya da gizlice kabul ettiğiniz örtük
öncüllerinizle yüzleşmenizi sağlıyorlar vb.
Şimdi de ikinci duruma bakalım. Defalarca
çalışılmış, tüketilmiş gibi görünen problemler üzerine çalışmaktansa kimsenin
üzerinde durmadığı bir problemi ele almayı seçiyorsunuz tezinizde. Çok güzel.
Bu sefer bulduğunuz çözümleri başka birinin sizden önce bulmuş olma ihtimali
yok. Çalışmanızı çöpe atıp sıfırdan başlamanıza yol açacak potansiyel
rakipleriniz yok. Sizi eksantrik hipotezlere, spekülatif okumalara sürükleyecek
dışsal bir baskı yok. Yalnızsınız, özgürsünüz, problemle baş başasınız.
Akademik alana katkı yapmak uğruna doğruluğu özgünlüğe feda etmek zorunda da
değilsiniz, problemin sizi götüreceği yere gidebilirsiniz. İyi de böyle el
değmemiş, sizi bekleyen problemler var mı gerçekten? Daha önce kimsenin ele
almadığı (ya da insaflı olalım, az ele alınmış, yeterince ele alınmamış) bir
problemi nereden bulacaksınız? Yine Antik Yunan örneği üzerinden düşünelim.
Aristo çalışmak istiyorsunuz, ama yüzyıllardır herkes Aristo okuyor zaten.
Platon deseniz durum yine aynı. Plotinos, Epikuros, Stoacılar… durum aynı aynı
aynı. Sonra Aspasius diye kimsenin bilmediği bir Aristo yorumcusu
keşfediyorsunuz. Bizans Aristo okumalarıyla da kimse pek ilgilenmemiş. Aristo
çalışmak yerine Theophrastos çalışın, Straton çalışın vb. vb. Bu şekilde eninde
sonunda az çalışılmış bir konu bulursunuz, o konuda da doğruluktan taviz
vermeden çalışmanızı yaparsınız. Dolayısıyla normal felsefe yapma biçiminin
doğrulukla ilgili olan ilk yönüne sadık kalmış olursunuz. Ama bu sefer de
felsefenin görece öznel olduğunu söylediğimiz kısmı tehlikeye girer, yani bir
şekilde bizimle ilgili olduğunu, bize hitap ettiğini hissettiğimiz problemler
üzerine çalışma arzusu. Doğruluktan taviz vermiyorsunuz ama Aristo’yla
ilgilendiğiniz halde Straton çalışıyorsunuz. İstediğiniz bir konuda çalışıp
sizi bile tam ikna etmeyen tezler savunmak yerine istemediğiniz bir konuda
çalışıp ikna olduğunuz fikirler öne sürüyorsunuz.
Elbette bir ara çözüm olarak, zapping
yapıp istemediğiniz, pek izlenmeyen bir kanalda durmak yerine zoom yapıp
istediğiniz görüntüye odaklanabilirsiniz. Yani istemediğiniz bir filozof
üzerine çalışmak yerine sevdiğiniz bir filozofun henüz çalışılmamış yanlarına
odaklanabilirsiniz. Aristo’nun Metafizik’i
pek çok kez yorumlanmış olabilir, ama Metafizik,
Z, 3’ü tartıştığınızda yorumlar da bir ölçüde azalacaktır kuşkusuz. Belli
pasajların yakın okumasını yapabilir, çok spesifik sorunları ayrıntısıyla ele
alabilirsiniz. Ama burada da aynı paradoks daha küçük bir ölçekte tekrar
karşımıza çıkmış olmuyor mu? Manzaranın ilginç yanları zaten ele alınıp
tartışılmış, geriye eksantrik okumalardan başka bir şey bırakılmamış, aşırı
zoom yaptığınızda ise manzara ilginçliğini yitirmeye başlıyor. Sevmediğiniz bir
resme bakmakla sevdiğiniz bir resmin içine gömülmek arasında ne fark var?
Özetlersek, felsefe doktorasını tuhaf,
sıkıcı ve az çok paradoksal hale getiren tablo şöyle bir şey. Normalde felsefe
yapma biçimimizi belirleyen iki etken var:
A) Nesnel etken: bir felsefi problemin doğru
çözümüyle ilgileniyoruz.
B) Öznel etken: bize daha çok hitap eden
problemlere yöneliyoruz.
Bir
felsefe doktorasının akademik alana katkı sunma koşulunu karşılamasını
sağlayabilecek iki özgünlük biçimi var:
1) Çözümler
düzeyinde özgünlük: daha önce ele alınmış bir probleme yeni bir çözüm
getiriyoruz ya da bir çözümü savunmanın gerekçelendirilmesini yeniliyoruz.
2) Problemler
düzeyinde özgünlük: daha önce ele alınmamış bir problemi tartışmaya açıyoruz.
1’de
B’yle ilgili bir sorun yok, ama A tehdit altında. 2’de A’yla ilgili bir sorun
yok, ama B tehdit altında. Her durumda, doktora çalışması felsefe etkinliğinin
bir yönünün feda edilmesini gerektiriyor. Elbette A’sı B’si olan bir doktora
tezi yazmak da mümkün. Ama bu ancak nadiren olabilecek bir şey. Belki de sorun
üniversitede ders vermek isteyen herkesin bu tuhaf deneyimi yaşamaya mecbur
bırakılması. Birçok insan sadece hoca olabilmek için tez yazıyor, tez yazmak
için değil.
Son söz:
Ulus Baker doktorasını verdikten sonra şu kısa metni yazmış:
yaptığımız ve yapmayı sürdürdüğümüz işlere, düşündüklerimize,
hissettiklerimize asla inanmadan ne kadar çok şey yaşadığımıza dair bir
tartışmayı içeren doktora tezimi nihayet dün sunabildim; bazı dostlarım
sayesinde kabul edildi; böylece, teknik anlamda bazı düzeltmeler kalmakla
birlikte daha bir aranızda olabilecek bir haldeyim... bir tez jürisi hikayesi
anlatmayacağım elbette, ama tek söyleyebileceğim şeyi söylemeden edemeyeceğim:
sevinç yerine bir "bakiye" duyguyla karşı karşıya kaldım... beş altı
yıldır uğraştığım ve şu anda benim için "çok özel" üç kişinin
sayesinde tamamlanmış olduğuna kani olduğum bir çalışma sürecinden geriye
sadece biraz "hüzün" kaldı... olayı odtü'deki mahfuz bir lojmanda
günbatımına karşı absolut vodka, havyar, hıyar turşusu, caz, rus, amerikan,
alman ve barış gücü askeri ceket ve pantalonları, rebetika ve kazaska eşliğinde
kutlamaya çalıştık --ama yine geriye hüzün kaldı... her yeni gün geriye kalan
günlerin sorgulanmasıdır diyerek geçiştirmeye çalıştığımız bir hüzündü bu...
belki sadece duke ellington başedebilirdi böyle bir şeyle... ve öyle de oldu...
ama geriye yine biraz hüzün kaldı...
aranızda bu olayın gerçekleşmesine --hiç farkında olmasalar
bile-- katkıları olanlara (ve olmayanlara da) sonsuz teşekkür ediyorum...
hüzün geriye kalandır. biraz blues dinleyin benim için...