6 Kasım 2009 Cuma

Neden bir tane! On tane alın!

Felsefenin en tuhaf alanı belki de nasıl iyi yaşanacağını inceleyen yazılar, yani yaşam felsefesi ya da etik denebilecek alan. Hem zayıf hem güçlü bir alan bu. Felsefe nasıl iyi yaşanacağını anlatırken evrensellik iddiasını, kavramsal yapısını bir ölçüde kaybediyor, metaforlarla konuşmaya başlıyor, retoriğe izin veriyor. Bütün insanlar için geçerli olacak bir iyi yaşam modeli sunmak tam mümkün olmadığına göre, felsefi söylemin yöntemi, dili, iyi yaşam söz konusu olduğunda, kime seslenildiğine bağlı olarak belirleniyor ister istemez. Ama bu “tavizler” yaşam felsefesinin gücünü de yaratıyor. Felsefe evrenselliğini, kavramsallığını kısmen kaybederken yaşamın tekilliğine, indirgenemezliğine hiçbir zaman olmadığı kadar yakın hale geliyor. Bir ontoloji ya da epistemoloji problemini ele alırken kendi kişisel konumumuzu tartışmanın dışında tutuyoruz, ama etik söz konusu olduğunda, nasıl bir yaşam sürmek istediğimiz söz konusu olduğunda kişiselliğimiz, tekilliğimiz de tartışmada belirleyici olmak zorunda. Ontoloji tartışmasında bize yöneltilen itirazlara yanıt vermek ya da ilk başta savunduğumuz fikri gözden geçirmek zorundayız. Yaşam söz konusu olduğunda istediğimiz felsefeyi seçmekte özgür gibiyiz. Stoacı ya da Epikurosçu, Aristocu ya da Spinozacı, Konfüçyüsçü ya da Taocu… bir yaşamı seçmek bize kalmış.
Yine de birbirinden farklı tüm bu yaşam felsefeleri arasında ortaklıklar var. Tüm iyi yaşam modelleri bize mutluluk vaat ediyor, bizi dış koşullardan bir ölçüde ya da tümüyle bağımsız bir mutluluğa çağırıyor. Başka şeylere bağımlı olmak mutluluğumuzun da bizim elimizde olmaması demek. Ama yaşam işte bizi yaşadığımız yere, yaşam koşullarımıza, sevdiklerimize bağımlı hale getiren alışkanlıklarla, dönüşümlerle dolu. Bir yerde uzun süre yaşamak o yere bağımlı hale gelmek, bir toplumsal konuma yerleşmek o konuma bağımlı hale gelmek. En kötüsü de şu: bir insanı yoğun biçimde sevmek o insana bağımlı hale gelmek. Son söylediğim bağımlılık bir bakıma diğerlerinden çok daha ağır, çünkü son kertede başkasının duygularını etkileme gücümüz yok. Stoacılar ya da Epikurosçular gibi dostluğu aşkın yerine mi geçirmek gerek o zaman? Ya da Proust gibi aileyi aşkın yerine mi geçirmek gerek? Sevmek konusunda hangi yaşam felsefesini seçmeliyim? Mutluluğunu tehlikeye atmadan ya da sahiplenme, kıskançlık gibi olumsuz duygulara düşmeden sevmek ucuz edebiyat gibi geliyor, çünkü aşk sözleşmesi taraflardan birinin canı istediğinde bu sözleşmeyi ihlal edebileceğini zaten varsayıyor ve en başta kendi mutluluğunu ortaya koymadan bu sözleşmeyi kabullenmek imkansız. Yaşam felsefelerinin önerdiği durağan mutluluk da yaşamın değişkenliğiyle, dinamikliğiyle hiç örtüşmüyor.
Kıskanmak, sahiplenmek zorunlu olarak sevmenin bir parçası mı o zaman, seven illa kıskanmak mı zorunda? Bir yandan bu iki duygu arasında doğrudan bir bağ var gibi, iki duygu aynı yöne işaret ediyor, aynı yere götürüyor: seven sevdiği şeye gitgide daha çok bağlanıyor ve onu kaybetmekten korkmaya başlıyor, kıskançlık da bu korkunun en somut biçimde açığa çıkmasından başka bir şey değil. Sevmek kıskançlığın kaynağı, kıskançlık sevmenin göstergesi. Diğer yandan iki duygu arasında tuhaf bir ton farkı var, iki duygu zıt yönlere işaret ediyor, farklı yerlere götürüyor: sevmek bizi dünyaya bağlayan, mutluluk veren (ama başkasına bağımlı bir mutluluk veren) olumlayıcı bir duygu, kıskanmak bizi dünyadan uzaklaştıran, olumsuzlayıcı, yıkıcı bir duygu. Severken kazandığımız dünya kıskanırken başımıza yıkılıyor.
Bu konu açılınca dünyadan söz etmek o kadar da tesadüf değil. Sevmekle yeni bir dünya keşfetmek arasında bir ilişki var. Birini sevmek yeni bir dünyayı, başka bir yaşam olanağını arzulamaya benziyor. X kişiyi, Y kişiyi hiçbir zaman tek başına, soyut olarak arzulamıyoruz. Birini severken o kişinin ardında beliren, o kişinin içinde belirdiği X dünyayı, Y dünyayı arzuluyoruz aslında. Seveceğimiz kişiyle ilk kez karşılaştığımızda daha önce hayal bile etmediğimiz yeni bir dünyayla karşılaşıyoruz: büyüleyici olan şey, varlığı aklımızdan geçmeyen böyle bir dünyanın bir anda gözlerimizin önüne serilmesi. Elbette hiç tanımadığımız bu dünya hayatımıza uysalca eklenmiyor, şiddetli bir yan var gördüğümüz şeyde. İlk karşılaşmaları olduğumuz şeyi yıkan, bizi edilginleştiren bir şiddet olarak yaşıyoruz. Şiddete maruz kalıyoruz, çünkü önümüzde açılan yeni yaşam olanağı daha önce yaşam hakkında sahip olduğumuz fikirleri, kazandığımız alışkanlıkları bir anda silecek kadar güçlü, mutluluğumuz tehdit altında. Bu şiddet karşısında edilginiz, çünkü yeni olanak eski olanaklardan çok daha canlı, çok daha renkli, yani olduğumuz şeyi yıkıp bizi kendine çeken bu güç karşısında çaresiziz, tanımadığımız bir mutluluğa çok yakınız sanki.
Karşılaşmalar çoğaldıkça bu yeni dünya somutlaşıyor, ayrıntılanıyor, ilk başta karanlıkta kalan yerler belirginleşiyor. Olanak gerçeklik kazanmaya başlıyor. Yavaş yavaş yerleşmeyi öğreniyoruz bu dünyaya. Başka bir deyişle sevmenin geçmişimizle ilişkisi iki yönlü: bir yandan şiddete maruz kalan önceki hayatımız renksizleşiyor, silikleşiyor, geçmişimizden kurtuluyoruz sanki, hafifliyoruz; diğer yandan da o ana dek bütün yaşadıklarımız adım adım bu yeni dünyaya yaklaşan bir yol gibi görünmeye başlıyor. Geçmişimiz yeni karşılaşmanın, şimdinin rengine boyanıyor; sevmeye başladığımız dünya en uzak, en derin geçmişimizde yankılanıyor. Edilginleşiyoruz, kendimizi bırakıyoruz. Sevmek başka bir insanın dünyasına yerleşmek olduğu için en edilgin duygu, sevdiğimiz kişinin serbestçe hareket etmesine izin verip onun hareketine dahil olmaya çalışıyoruz sadece. Suya atılan taş parçasının yüzeyde gitgide daha geniş halkalar yaratması gibi tanık olduğumuz hareket bizde gitgide daha kapsayıcı dönüşümler başlatıyor. Bu dönüşümler daha önceki yaşamımızın tam tersine sürüklüyor bizi: “böyle saçmalık olmaz” dediğimiz şeyleri anlamaya başlıyoruz, “hayatta yapmam” dediğimiz şeyleri yapmaya başlıyoruz, bunları anlarken ve yaparken kendimizle çelişmiyoruz ama, kendimizi tamamlıyoruz ya da gerçekleştiriyoruz.
Sevmekle kıskanmak arasındaki orta terim, sevmeyi kıskançlığa dönüştüren şey sahiplenme. Gitgide içine girdiğimiz dünya geçmişimizi ele geçirmekle kalmıyor, geleceğimizi de istila ediyor. Hiçbir şey değişmesin, her şey şu an olduğu gibi kalsın istiyoruz. Tanımaya, anlamaya, yerleşmeye başladığımız dünyaya alışıyoruz, onu kaybetmek istemiyoruz. Mutluluğumuzu başkasına bağımlı hale getirirken, başkasının dünyasına hapsederken onu sahipleniyoruz aynı zamanda. Sahiplendiğimiz şeyi olduğu gibi korumak istiyoruz. Korumak için de şiddetin yönünü tersine çevirmemiz gerek, artık edilgin değil etkin olmamız gerek. Buradaki paradoks şu: sahip olduğumuz değerli bir nesneyi korumak için onu kapatırız, kilitleriz, kimsenin bulamayacağı bir yere saklarız. O nesne yalnız bize aittir artık. Ama sevdiğimiz bir insanı kapatamayız, kapattığımızda sevmenin kaynağındaki dünya da silinmeye başlar, bizi kendine çeken hareket donuklaşır, bir insanı nesneleştirmiş oluruz. Sevdiğimiz şey bir dünya, bir hareketti; bu hareketi durdurarak sevdiğimizi dünyasından koparmış olduk. Onu hayatın en anonim, en ona benzemeyen yerine hapsetmiş olduk. Sevdiğimiz insanı korumamız için onun özgürce hareket etmesine izin vermemiz, edilgin kalmayı sürdürmemiz gerekiyordu. Hareketi engelleyerek onu en anonim, en soyut haline indirgedik, hayatı zehirledik. Şimdi kıskandığımız kişi bir zamanlar sevdiğimiz kişiye benzemiyor artık. Onu tanımakta bile zorlanıyoruz.
Sevmekle kıskanmak arasındaki temel fark şu: sevmek bizi farkın kendisine taşıyordu, severken kendimizi farka açıyorduk, farklılaşıyorduk. Kıskanmak farkı ortadan kaldırıyor, kıskanırken artık anonimleşmiş eski renksiz dünyamıza, aynıya dönüyoruz. Sevmek dünyamızın kabuğunu çatlatmıştı, çatlaklardan yeni bir dünyanın, başka bir yaşam olanağının farkı sızıyordu, bu güce karşı koyamıyorduk. Kıskanmak çatlakları onarıyor, farkın akışını kesiyor, artık boğucu hale gelmiş eski dünyamızın aynılığında güvenlikteyiz yine. Sevmek bizi hareketsizlikten, tembellikten kurtarmıştı, başkasının hareketine, bu hareketten doğan yeni deneyimlere dahil olma cesareti kazanmıştık. Kıskanırken tekrar tembelleşiyoruz, hareketsizleşiyoruz, ağırlaşıyoruz, yüzeydeki halkalar silinirken biz dibe çöküyoruz. Sevmek yalnız iki kişilik bir ortak yaşama değil ortak yaşamın kendisine inanmamızı sağlamıştı, dünyayı kazanmıştık. Kıskanırken sevdiğimiz kişinin çıplak anonimliğinden başka bir şeyi göremez hale geliyoruz, onu o yapan ardındaki dünya kayboluyor, onu anonimleştiren de bu zaten. Sevmek imgelemin karşısında gerçeğin zaferiydi, bizdeki hiçbir imgeye karşılık gelmeyen, hayalini bile kurmadığımız tekil bir olanakla karşılaşmıştık ve bu olanağın gerçek olmasını arzuluyorduk. Kıskanmak imgeleme gerçek karşısındaki serbestliğini geri verdi, sevdiğimizi en anonim haline hapsederken gerçeği olanaklarından kopardık, en yavan, en sıradan haline indirgedik. Kıskandığımız kişi artık şiddetine maruz kaldığımız yeni yaşam olanağı, tekil dünya değil, herhangi biri sadece. Herhangi birinin soyutluğu karşısında imgelem tekrar serbestçe işleyebilir, tekilliğin, içsel farkın tümüyle silindiği yerde herhangi bir insanın herhangi bir insana yapabileceği her şeyi hayal edebiliriz artık. Aslında aynı olan sonsuz sayıda soyut farkı hayal edebiliriz, ama bizi kendine çeken gerçek tekil farkı anımsayamayız bile. Sevmek maruz kaldığımız şiddete rağmen bizi mutlu etmişti, içsel fark ve tekillik bizi mutlu etmişti. Kıskanmadaki aynılık ve anonimlik bizi mutsuz ediyor şimdi. Mutlu olduğumuzu hissediyorduk, ama bunu anlatmakta zorluk çekiyorduk. Sözcükler mutluluğumuzun tekilliği karşısında yeterince canlı, farklı değil gibiydi. Mutsuzluğumuzu anlatmakta zorlanmıyoruz ama, hiçbir konuda anlaşamadığımız insanlara ne kadar mutsuz olduğumuzu gayet güzel anlatabiliyoruz işte. Mutluluğumuz somuttu, mutsuzluğumuz soyut ve kolayca aktarılabilir.
Kıskançlığımız biz farkına bile varmadan yıkıcı bir duyguya dönüşüyor. Kaybetmekten korktuğumuz şeyi kendimiz yıkıyoruz, artık kaybedecek bir şey de kalmadı. Yıkmak gerçeğe sadık kalmamak, gerçeği yadsımak gibi. İmgelem gerçeğin önüne geçti artık, bize kendini açan başka dünyanın anısı soyutlaştı bile: yeni yaşam olanağı sandığım şey imgelemimin bir oyunundan ibaretti, “zaten o kadar iyi anlaşamıyorduk”, “kendimi kandırmışım”… Bizim büyük çaresizliğimiz… Yıkmadan kaybetmek, aynıya düşmeden farkı kaybetmek mümkün mü? İmgelemin gerçeğin tekilliğini silmesine izin vermeden, gerçeğe sadık kalarak gerçeği kaybetmek mümkün mü? Mutsuzluğu anonim bir duygu olarak yaşamadan mutsuz olmak, mutsuzlukta bile farkı korumak, bizden uzaklaşan tekil dünyanın gücü karşısında edilgin kalmayı sürdürmek mümkün mü? Bizim Büyük Çaresizliğimiz bu sorulara “evet, mümkün!” diye yanıt veren bir romanın adı. Yazarı Barış Bıçakçı (İletişim, 2004). Bu romanın anlattığı mutluluk filozofların önerdiği, dış koşullardan bağımsız, durağan mutluluğa hiç benzemiyor; iyimserlikle çelişmeyecek biçimde çaresizliği, zayıflığı, edilginliği, bağımlılığı da kapsıyor çünkü. Kitabın son paragrafı şöyle: “Bir gün başlarımızda şapkalarımızla bahçede çalışırken, genç bir kadın duvarın ardından çekinerek seslenip, tek bir kökten mor, kırmızı, siyah ve sarı biberler veren süs biberinden bir tane koparıp koparamayacağını soracak. Sen ya da ben (Ne fark eder!) şapkamızı çıkaracağız, başımızı kaşıyacağız ve yumuşak, kur yapar bir edayla, ‘Neden bir tane! On tane alın!’ diyeceğiz.” (s. 167)

Son söz: sevdiklerini kaybetmek, onların ölümüne tanık olmak, bu ölümlerin ardından hayatta kalmak üzerine birçok şey yazmış olan Paul Celan’ın Die Niemandsrose kitabından bir şiir. Muhtemelen 8 Nisan, 7 Mayıs 1961 tarihleri arasında yazılmış. Almancası şöyle:

Es ist nicht mehr
diese
zuweilen mit dir
in die Stunde gesenkte
Schwere. Es ist
eine andre.

Es ist das Gewicht, das die Leere zurückhält,
die mit-
ginge mit dir.
Es hat, wie du, keinen Namen. Vielleicht
seid ihr dasselbe. Vielleicht
nennst auch du mich einst
so.


Kötü ve rastgele Türkçe çevirisi şöyle olabilir:

Artık bu
bazen seninle
saate çöken
o
yük değil. Başka
bir şey.

Boşluğu alıkoyan bir ağırlık bu
seninle birlikte
giden boşluğu.
Onun da, senin gibi, adı yok. Belki
siz aynı şeysiniz. Belki
sen de bir gün beni bu adla
çağıracaksın.

12 yorum:

  1. Yahu bu yorumu nereye iliştireyim bilmiyorum, ama şunu söylemek isterim akademisyen olmak size maddi olarak elle tutulur çok şey kazandırıyor olabilir, ancak jargonunuza yaptığı etki ile, gerçek bir düşünce adamıyla aranızda olan mesafenin de gittikçe açılmasına sebep olduğu muhakkak. (burada kullandığım gerçek ifadesini açıklamaya gerek bulmadım. Deleuze ile aranızdaki mesafe yada Bergson ile aranızdaki mesafe şeklinde düşünün. böyle örneklesem yeterli olur sanırım)

    Aslında eleştirmek istediğim Deleuze'un Bergsonculuk adlı çevirisine yaptığınız önsözdü ancak yazılarınızda da aynı keskin düalizmi görünce yazacağım şeyi şu araya sıkıştırayım dedim.

    Bergsonculuk yapıtı, özünde, bergson un Deleuze üzerinden okuması iken, yazdığınız önsözde tersi bir yol izleyerek Deleuze'u Bergson üzerinden tersine bir okuması haline sokmanız üzücü; çünkü bu durumda Deleuze Bergson'un yapıtlarını bir risale olarak ele alan, ancak aynı zamanda da her nasıl oluyorsa Bergson'dan daha erken dönemde yaşayan bir filozofa dönüşüyor ki, bu ucube bir makinenin icadıdır ve varlığını da yazdığınız önsöze borçludur. Özellikle o yazıda Bergson üzerinden deneyimi açımlayıp Deleuza rağmen yaşam alanını anlamanın yegane yolu olarakortaya çıkarmanız (hadi hegel'i ezip geçtiniz, ona bir şey demiyorum) ayrıca bir muhteşem olmuş tebrikler.

    Bu önsözü bir bergson eserinin çevirisinin başına koymuş olsaydınız size yöneltecek tek bir eleştiri bulamazdım (yine de önsözü hızla geçip bergson ile başbaşa kalmayı yeğlerdim ayrı konu) Deneyim konusunu kapatmadan önce size şunu hatırlatmak isterim :(bu arada husserl'in ağzından aktarıyorum) "Duvar sarıdır dediğimde ya odaya girip bakarım, ya da bunu hatırlamaya çalışırım ya da başkalarını bulup sorguya çekerim. Bu son iki olayda bende yada bir başkasıda duvarın rengine dair mevcut bir deneyim bulunup bulunmadığını yoklamış olurum... ...Ne vvar ki bu yaşanmış hakikat yanılgıya karşı bir garanti sunamaz; kuşkusuz sözünü ettiğim şeyin !deneyimine' sahip olmadığımız durumlar olabilirÖrneğin gün ışığında duvar gri görünebilir. O zaman burada iki çelişik apaçıklık ortaya çıkar.." yani başka bir deyişle önceki deneyim güncel deneyimin içinde yanılgı olarak görünür. bu bakımdan gerçekliği göstermesini umarak ona geri dönebileceğimiz "doğru bir deneyim" ihtimali de ortadan kalkmış olur. Buradan da öğrencisi Heiddeger' e geçersek "deneyimi deneyimle sınamanın imkanının bulunmaması" da meseleye eklenir
    Ve böylece sizin önsözde yaptığınız gibi birkaç copy paste yaparak bu sefer Bergson un kıçına tekmeyi basar sahanın dışına yollarız. Daha biliyorsunuz adorno var Proust var Benjamin var... yeter ki insanın niyeti fena olsun.
    Felsefe her şeyden önce (ki deleuze ile beni bir araya getiren düşünce de tam bu olmuştur)
    dostlar arasında bir sohbettir. yazdığınız önsözü bir daha okumanızı dilerim. Bu küçücük pencereye yazı yazmak gerçekten zor bir uğraş.

    Aslında bilim ile felsefeyi yakınlaştırma ilgili bir pasajınız var ki o başlıbaşına ele alınmaya değer.
    Yakında bu yazılarınızla ilgili daha derli toplu bir metni wordpad'a yazıp oradan bu yorum kutusuna yapıştırmayı deneyeceğim.
    iyi günler dilerim.

    YanıtlaSil
  2. Deleuze’ün Bergsonculuk adlı kitabına yazdığım sunuş yazısıyla ilgili eleştirilerde bulunuyorsunuz. Açıkçası eleştirileri tam anladığıma emin değilim. Yine de anladığım kadarına elimden geldiğince yanıt vermeye çalışayım.
    1) Deleuze’ü Bergson üzerinden okuduğumu söylüyorsunuz. Bu da size göre yanlış bir güzergah izlemek demek. Çünkü size göre “bu durumda Deleuze Bergson'un yapıtlarını bir risale olarak ele alan, ancak aynı zamanda da her nasıl oluyorsa Bergson'dan daha erken dönemde yaşayan bir filozofa dönüşüyor”. Bu eleştiriyi anlamıyorum açıkçası. Kitaba yazdığım sunuş üç bölümden oluşuyordu:
    a) Felsefede Kesinlik ve Sezgi başlıklı bölüm. Konu, Deleuze’ün Bergson’u da kullanarak felsefe tarihine yönelttiği eleştiriler. Bu bölümde özellikle Deleuze’ün Hegel ve Kant’ı nasıl eleştirdiğini anlattım. Deleuze bu kitapta ve Bergson’la ilgili başka yazılarında Hegel’i tümüyle reddederken Kant’ı hem savunup hem eleştiriyordu. Başka bir deyişle, Bergsonculuğu Kant’ın felsefesinin ileri götürülmesi olarak okuyordu (benzer bir yaklaşım Deleuze’ün Nietzsche okumasında da var, Deleuze Nietzsche’yi de eleştirel felsefenin radikalleştirilmesi olarak okuyor; bkz. Nietzsche et la philosophie, s.100-108, ayrıca s. 58-59).
    b) Bergson’un Gelişimi başlıklı bölüm. Bergson’un temel kavramlarının kısa bir özeti. Bu özeti doğrudan Bergson’u anlatmak için değil, Deleuze’ün Bergson okumasını anlaşılır kılmak için yazmıştım. Bu yüzden de örneğin Bergson için temel önemde olan özgürlük kuramından ya da din ve ahlak kuramından söz etmedim. Çünkü Deleuze bunlarla ilgilenmiyor. Kısacası sadece Bergson’dan söz ettiğim yerlerde bile aslında Deleuze’ün kitabının okunmasını kolaylaştırmaya çalışıyordum.
    c) Virtüellik, Çokluk ve Fark başlıklı bölüm. Burada da Deleuze’ün Bergson’u okurken bir yandan nasıl kendi felsefesini geliştirdiğini, sonraki yapıtlarında bu gelişmenin nasıl bir yön izlediğini anlattım. Deleuze’ü Bergson üzerinden okumadım, Deleuze’ün Bergson’dan nasıl etkilendiğini, bu etkinin onun felsefi yaklaşımının belirlenmesindeki yerini göstermeye çalıştım. Ayrıca Deleuze’ü Bergson üzerinden okumak bir yana, bu üçüncü bölümün sonunda Deleuze’ün Fark ve Tekrar’da Bergson’a nasıl mesafe aldığından söz ettim.
    Şimdi sunuşun bu planına bakınca, Deleuze’ün “Bergson'dan daha erken dönemde yaşayan bir filozofa dönüştüğünü” düşünmenize sebep olan ne, anlamak mümkün değil. Burada bir anakronizme falan düştüğümü sanmıyorum. Tek yapmaya çalıştığım şey şu: Deleuze’ün kendine özgü Bergson yorumunun Deleuze felsefesini anlamada nasıl işe yarayabileceğini göstermek. Bu tür çalışmaların akademizm olduğunu da düşünmüyorum. Deleuze felsefe tarihi okumasıyla kendi felsefesi arasında net sınır çizemeyeceğimiz bir filozof. Dolayısıyla onun felsefesini anlamak için onun felsefe tarihçiliğini de anlamak gerek. Bu konuda ne yazık ki çok az çalışma var. Şimdilik en iyi kitap 2009’da çıkan Deleuze’s Philosophical Lineage, yay. haz. G. Jones, J. Roffe, Edinburgh. Tavsiye ederim, bu kitaptaki makaleler Deleuze-felsefe tarihi ilişkisi hakkında savunduğum okuma yönteminin iyi bir örneği.
    2) Hegel’i ezip geçme meselesine gelirsek, Hegel karşıtlığı benim kendi kişisel görüşüm değil, Deleuze’ün hemen hemen her kitabında karşımıza çıkan bir şey. Ben sadece bu karşıtlığı Hegel’in Mantığındaki bir pasaj üzerinden anlamaya çalıştım. Benim kişisel görüşümü sorarsanız Hegel’le Deleuze arasında ciddi paralellikler var (ve bu paralelliklerin Zizek’in Bedensiz Organlar’da sözünü ettiği şeylerle hiç ilgisi yok!). Aynı şekilde bilimle felsefeyi yakınlaştırma projesi de bana ait değil, bizzat Bergson’a ve Deleuze’e ait. Deleuze’ün İngilizce baskı için yazdığı sonsözü okumak bile bunu görmek için yeterli (bkz. Bergsonculuk, s. 142). Bir yazıyı eleştirmeden önce hangi görüşü kimin savunduğunu iyice saptamak gerek. Yoksa bir sürü yanlış anlamaya düşülür (belki ben kendimi yeterince açık ifade edememişimdir, yazdıklarımdaki muğlaklıkları gösterirseniz bunu kabul ederim).

    YanıtlaSil
  3. 3) Deneyim meselesine gelelim. Diyorsunuz ki sunuşta “Bergson üzerinden deneyimi açımlayıp Deleuze’e rağmen yaşam alanını anlamanın yegane yolu olarak ortaya çıkarmışım”. Bunu nasıl yaptığımı da tam anlamış değilim. Yazdıklarımda “Deleuze’e rağmen” savunduğum hiçbir şey bulamıyorum, varsa Deleuze’ün metinlerine dayanarak gösterin. Deneyimin yaşam alanını anlamanın yegane yolu olduğunu falan da söylemedim. Referansını vermediğiniz Husserl alıntısı üzerinden deneyimin bilginin nihai kaynağı olamayacağını göstermek istiyorsunuz anladığım kadarıyla. Söylediğiniz şu: aynı şeyin farklı farklı deneyimleri olabileceği için deneyim kendiyle çelişebilir. Güzel. Zaten bunu söylemek için Husserl’e kadar gitmeye de gerek yok. Söylediğiniz şeyi fark etmemiş bir filozof olabileceğini hayal bile edemiyorum. Hatta daha ileri gidelim. Deneyim kendiyle hep tutarlı olsa bile ona güvenemeyiz. Yeşil bir masayı tutarlı olarak, sürekli kırmızı görebilirim. Ayrıca saatlerce, günlerce bir masaya bakıp onun hakkında tutarlı izlenimler edinebilirim. Ama bu yolla masanın ne olduğunu asla anlayamam vb. vb.
    Her filozof deneyimi anlamak için deneyimi aşar, deneyci ya da ampirist filozoflar da buna dahil. Hume tüm bilgilerin algıdan geldiğini kabul ediyor, ama nedensellik ilişkileri kurmamızı sağlayan şeyin ne olduğunu söyleyemiyor. Nedensellik ilişkileri kurma eğilimi ona göre bir şekilde bizim doğamızda var! Kısacası deneyciler bile tam deneyci değiller. Bergson hiç deneyci değil. Bergson’un tüm yapmaya çalıştığı, deneyimi aşmanın yolunu bulmak. Bunu yapamazsak asla deneyimi anlayamayız. Bunun için de Deleuze’ün okumasına göre, Bergson bir karışım olan deneyimi saf eğilimlerine bölerek onun ötesine geçmeye çalışıyor (bkz. Bergsonculuk’un ilk bölümü). Deleuze buna aşkınsal ampirizm adını veriyor ve bu yaklaşım ona göre Kant’ın ileri götürülmesi demek. Bunları Deleuze’e rağmen ben söylemiyorum, tek başına Bergson da söylemiyor. Deleuze’ün kendisi söylüyor.
    4) Diyorsunuz ki sunuş yazısını Bergson’un bir kitabının başına koymuş olsaydım bana yöneltecek tek bir eleştiri bile bulamazdınız. Bu da garip değil mi? Bir Bergson kitabının başında, Bergson’un Deleuze’ü nasıl etkilediğini, Deleuze’ün Bergson’u nasıl kullandığını anlatan bir yazı konu dışı olurdu kuşkusuz. Ayrıca Bergson’la başbaşa kalmak istiyorsanız önsözü atlamak sizin elinizde. Ama Türkçeye çevrilmiş birçok kitap sunuş, dipnot, dizin vb. olmaması yüzünden anlaşılmıyor. Ben kendi okumalarımda bunların eksikliğini hissediyorum açıkçası. İstemeyen bu yardımcı aygıtları kullanmaz, ama bunlar iyi hazırlandığında isteyenin çok işine yarayabilir.
    5) Sert bir üslubunuz var. Nedenini anlayamıyorum. Beni akademizmle (akademisyen falan değilim bu arada, tek işim öğrencilik), copy paste yapmakla, en sonunda da kötü niyetlilikle suçluyorsunuz gerekçe göstermeden. Alınsam mı, üzülsem mi? Çok az çeviri Bergsonculuk kadar uzun bir çalışmaya dayanıyor ne yazık ki. Bana biraz haksızlık etmiyor musunuz? Eleştiriye açığım ama yok yere suçlanmaya açık değilim. Sunuşta yaptığım o birkaç copy paste’i alıntılarla gösterirseniz, bir de niye niyetimin fena olduğunu anlatırsanız çok sevinirim.
    Felsefe sizin için her şeyden önce dostlar arasında bir sohbetse buna uygun olarak biraz daha dostça eleştirin, yani eleştirilerinizi argümanlarla destekleyin. Eleştirilenin işi de biraz olsun kolaylaşmış olur böylece.

    Sevgiler, iyi çalışmalar...

    YanıtlaSil
  4. Denemenin ana ve kesin başlığı "Deleuze'un Bergsonculuğuna Giriş"
    Başlığı izleyen ilk iki paragraftan itibaren Deleuze ortadan kayboluyor ve sizin Bergsonculuğunuz ortaya çıkıyor. daha açık nasıl söylenebilir bu bilmiyorum. Kitabın kendisinin sizin bergsonculuğunuzla pek az kesiştiğini acaba hiç fark ettiniz mi?
    Belki de Bergson üzerine kitabın içermediği bazı bilgileri okurlarla paylaşmak istemiş olabilirsiniz(ki yazdıklarınızdan öyle olduğu anlaşılıyor)
    "Felsefe kesin bir hale gelmek için iki bakımdan bilime benzemelidir" ile başlayan paragrafı ele alalım mesela. Bin sene daha yaşasa Deleuze böyle bir kelam eder miydi allahaşkına?
    Niyetim saldırı değil. Zaten üzerinde durduğumuz düzlem düşünce olduğundan kelli, saldırı fikrinin beyhudeliği apaçık görülebilir. Yok yere suçlamıyorum, suçlama falan da yok, sevimsiz görünen ne kadar yer varsa belirtmekti niyetim, sonra vazgeçtim. çünkü bu küçücük kutucuk yazı yazmaya müsait değil. insan üç satır yukarısı göremiyor yazarken.

    not:Zizek konu dışıdır.

    size de iyi çalışmalar

    YanıtlaSil
  5. Kitabın kendisinin benim yazdıklarımla çeliştiğini düşünüyorsanız pasajlara dayanarak bunu göstermeniz gerek, ben şimdilik, yani iyi bir itirazla karşılaşana dek öyle düşünmüyorum.
    "Felsefe kesin bir hale gelmek için iki bakımdan bilime benzemelidir" (s. 11) diye başlayan paragrafı ele alalım dediğiniz gibi. Bu cümle kitabın kendisinde de var. 50. sayfada Deleuze şöyle diyor: “Bergson felsefeyi mutlak olarak ‘kesin’ bir disiplin haline getirmek, bilimin kendi alanında sahip olduğu kesinliği ona kendi alanında kazandırmak, onun bilim kadar ilerletilebilir ve aktarılabilir olmasını sağlamak için sezgi yöntemine güveniyordu”. İnanmazsanız Fransızcasına bakın, ikinci sayfa. İki bakımdan bilime benzemekten kastım şuydu: 1) olanaklı deneyim yerine somut deneyimi incelemek, 2) aktarılabilir, ilerletilebilir bir bilgi ortaya koymak. 1 zaten kitabın ana tezlerinden biri. 2 de hem Deleuze’den alıntıladığım cümlede hem Bergson’un birçok kitabında var, Bergson’un meşhur tezlerinden biri. Burada önemli olan kesinlikten ne kastedildiğini anlamak. Kesinlik somutluk demek aslında.

    Niyetim saldırı değil diyorsunuz, ama birinin copy paste yaparak önsöz yazdığını söylemek saldırı değilse nedir? Sevimsiz görünmek bir felsefe tartışmasında argüman olarak ne kadar iş görür, onu da bilemiyorum.

    YanıtlaSil
  6. "Söylediğiniz şu: aynı şeyin farklı farklı deneyimleri olabileceği için deneyim kendiyle çelişebilir. Güzel. Zaten bunu söylemek için Husserl’e kadar gitmeye de gerek yok. Söylediğiniz şeyi fark etmemiş bir filozof olabileceğini hayal bile edemiyorum."

    söylemek istediğim ve sizin ısrarla anlamdığınız şey herhangi bir filozofu herhangi bir filozofla mat etmek mümkün. Deneyimin ne halta yaradığı umrumda bile değil. Deleuze'un çok fazla metnini okudum ve hiçbirinde bir filozofun diğerini haksız çıkardığından bahsetmez. bu alan onun felsefesinde konu dışıdır, ortaya yanlış problem koymaktır, çözüm zorunlu olarak yanlış olacaktır.

    şimdi alın o önsözden bir inci daha
    "Kesinlikten mutlak bir kavramı(hegel'de Tin'i) tutarlı çıkarımlarla gemnişlemeyi anlayan idealist bir felsefe, Bergson'daki anlamıyla kesinlikten , yani bu dünyanın felsefesini yapma gücünden yoksun kalmaya mahkümdur" sy 13 paragraf sonu.
    Bunu kim söylüyor şimdi? Büyük ihtimalle Bergson söylüyor, ama metinde gördüğüm kadarıyla sözü devralarak siz söylüyorsunuz.
    Peki Hegel'in derdi Tin'in görüngübiliminde kesinliğe ulaşmak mıydı? hayır. Neredeyse bir incil kadar karmakarışık olan o kitap değerini içerdiği bütünlüğe borçlu. Anlatıların bir yerinde arka planda bir eşek anırsa bile yine de değerinden bir şey kaybetmez bu yüzden.Peki bu size Bergson'un sırtına binip hegel 'i dövmeye kalkmak gibi tınlamıyor mu? Peki nerede geçiyor bu cümle? "Deleuze'un Bergsonculuğuna Giriş" adlı yazıda. Bergson kendi yolunu açmak için bu cümleye mecburdu, çünkü yapmayı istediği şeyi kesin olarak belirmesi gerekiyordu. Aynı Heiddeger'de Descartes' in, veya Kant'ın sıkı bir eleştiriye tabi tutulması gibi. Peki sizin amacınız ne?
    Ama en önemlisi Deleuze kendi yolunu çizerken hiç bu alana uğramış mı? Deleuze un diğer filozoflardan ayıran en büyük farktır bu dikkat edin...Ve bu yüzden sevimlidir.

    Daha açık konuşmam gerekiyor mu?


    alın daha açık

    "Hegel’in Mantığındaki bir pasaj üzerinden anlamaya çalıştım. Benim kişisel görüşümü sorarsanız Hegel’le Deleuze arasında ciddi paralellikler var (ve bu paralelliklerin Zizek’in Bedensiz Organlar’da sözünü ettiği şeylerle hiç ilgisi yok!). Aynı şekilde bilimle felsefeyi yakınlaştırma projesi de bana ait değil, bizzat Bergson’a ve Deleuze’e ait. Deleuze’ün İngilizce baskı için yazdığı sonsözü okumak bile bunu görmek için yeterli (bkz. Bergsonculuk, s. 142)."



    Evet bilim metafiziğe ihtiyaç duyar diyor. Bilim, daha doğrusu modern bilim indirgemeci olmamalıdır diyor. Hatta paragraf şöyle başlıyor "Bergson Bilimi eleştirmekle yetinmedi...

    "Felsefe iki yönden bilime benzemelidir" demiyor. Bunu siz diyorsunuz, Ne diyeyim daha?


    her neyse kolay gelsin size.

    YanıtlaSil
  7. Diyorsunuz ki söylemek istediğim ve sizin ısrarla anlamadığınız şey herhangi bir filozofu herhangi bir filozofla mat etmek mümkün. Deneyimin ne halta yaradığı umrumda bile değil.
    Bunu anlamam mümkün değil gerçekten. Size Bergson’un Husserl’le hemfikir olduğunu, Bergson’un da birçok başka filozof gibi deneyimi aşmaya çalıştığını gösterdim. Dolayısıyla rastgele herhangi bir filozofun herhangi bir filozofu mat etmede kullanılamayacağını gösterdim. Zaten felsefe satranca benzemediği için filozoflar birbirlerini mat edemezler. Ama bir argümanı daha sağlam bir argümanla çürütmek ya da en azından gözden geçirilmesini sağlamak mümkün. Tartışmalar da bu şekilde ilerler zaten. Deneyimin kendiyle çelişmesi argümanı Bergson’un deneyimin koşullarıyla ilgili görüşlerini çürütmeye yaramıyor. Çünkü zaten bu konuda Bergson da Husserl’le aynı görüşte.

    Diyorsunuz ki Deleuze'un çok fazla metnini okudum ve hiçbirinde bir filozofun diğerini haksız çıkardığından bahsetmez. bu alan onun felsefesinde konu dışıdır, ortaya yanlış problem koymaktır, çözüm zorunlu olarak yanlış olacaktır.
    Deleuze’ün çok değil birkaç metnini okudum ve anladığım kadarıyla Deleuze bir filozofu, bir psikanalisti ya da bir romancıyı diğerine karşı kullanabiliyor: Kant ve Hegel’e karşı Spinoza, Nietzsche, Bergson; Anlamın Mantığı’nda Freud’a karşı Lacan ve M. Klein, Sade’a karşı Sacher-Masoch… Tıpkı sunuşta anlattığım gibi. Bir filozof diğerini haksız çıkarmış olmuyor elbette, bir filozof diğerine karşı kullanılmış oluyor. Bunun da yanlış problem konusuyla doğrudan ilgisi yok.

    Diyorsunuz ki "Kesinlikten mutlak bir kavramı(hegel'de Tin'i) tutarlı çıkarımlarla gemnişlemeyi anlayan idealist bir felsefe, Bergson'daki anlamıyla kesinlikten, yani bu dünyanın felsefesini yapma gücünden yoksun kalmaya mahkümdur" sy 13 paragraf sonu. Bunu kim söylüyor şimdi? Büyük ihtimalle Bergson söylüyor, ama metinde gördüğüm kadarıyla sözü devralarak siz söylüyorsunuz.
    Doğru bildiniz, Bergson söylüyor. Ben de Bergson ve Deleuze’ün görüşlerini özetliyorum. Kendi görüşümü anlatmak istesem sunuş yerine makale yazmayı tercih ederdim herhalde. Sunuş yazısında yapılan şey Deleuze’ün Bergson okumasına bir girişten ve kitabın anlaşılmasını kolaylaştırmak için Bergson’un bazı kavramlarının açıklanmasından ibaret.

    Diyorsunuz ki Peki Hegel'in derdi Tin'in görüngübiliminde kesinliğe ulaşmak mıydı? hayır. Neredeyse bir incil kadar karmakarışık olan o kitap değerini içerdiği bütünlüğe borçlu.
    Kesinlikle bütünlüğün çeliştiğini nereden çıkardınız? Bergsoncu anlamda kesinliğe yani somutluğa ulaşmak ancak bütüne ulaşmakla mümkün zaten. Bergson o bütüne süre adını veriyor. Bence Hegel’in derdi bu anlamda kesinliğe ulaşmaktı denebilir. Ama yeterince Hegel bilmediğim için bu konuda ısrar etmiyorum. Şimdilik bana öyle geliyor diyelim.

    YanıtlaSil
  8. Diyorsunuz ki Peki bu size Bergson'un sırtına binip Hegel’i dövmeye kalkmak gibi tınlamıyor mu? Peki nerede geçiyor bu cümle? "Deleuze'un Bergsonculuğuna Giriş" adlı yazıda. Bergson kendi yolunu açmak için bu cümleye mecburdu, çünkü yapmayı istediği şeyi kesin olarak belirmesi gerekiyordu. Aynı Heiddeger'de Descartes' in, veya Kant'ın sıkı bir eleştiriye tabi tutulması gibi. Peki sizin amacınız ne?
    Sorunuzu tam anlamıyorum. Cevap kendiliğinden açık değil mi? Benim amacım Bergson’un düşüncesini ve Deleuze’ün Bergson okumasını özetlemekti. Deleuze Bergson üzerinden Hegel’i eleştiriyorsa ben de sunuş yazısında bu eleştiriyi anlatmaya mecburum. Amacım bundan ibarettir. Hegel’i dövmeye kalkmakla bunun ne ilgisi var?

    Diyorsunuz ki Ama en önemlisi Deleuze kendi yolunu çizerken hiç bu alana uğramış mı? Deleuze un diğer filozoflardan ayıran en büyük farktır bu dikkat edin...Ve bu yüzden sevimlidir.
    Bu cümleyi de anlamak zor. Bu alandan kasıt Hegel eleştirmek mi? Değilse ne? Deleuze Hegel’i benim kullandıklarımdan çok daha ağır ifadelerle eleştiriyor. Hangi kitabını açsanız görürsünüz zaten. Uzatmaya gerek yok. Deleuze’ü sevimli bulmanıza sevindim yine de.

    Demişim ki "Hegel’in Mantığındaki bir pasaj üzerinden anlamaya çalıştım. Benim kişisel görüşümü sorarsanız Hegel’le Deleuze arasında ciddi paralellikler var (ve bu paralelliklerin Zizek’in Bedensiz Organlar’da sözünü ettiği şeylerle hiç ilgisi yok!). Aynı şekilde bilimle felsefeyi yakınlaştırma projesi de bana ait değil, bizzat Bergson’a ve Deleuze’e ait. Deleuze’ün İngilizce baskı için yazdığı sonsözü okumak bile bunu görmek için yeterli (bkz. Bergsonculuk, s. 142)."
    Bu alıntıyı niye yaptığınızı anlamadım. Ama bu alıntıdan bile benim kişisel olarak, sunuşta anlattıklarımla aynı şeyleri düşünmediğim anlaşılıyor. Dolayısıyla yukarıdaki tartışmada (sunuşta Hegel eleştirisiyle ilgili kısmı niye yazdığımla ilgili olan) beni haklı çıkaran bir alıntı bu aslında.

    Diyorsunuz ki Evet bilim metafiziğe ihtiyaç duyar diyor. Bilim, daha doğrusu modern bilim indirgemeci olmamalıdır diyor. Hatta paragraf şöyle başlıyor "Bergson Bilimi eleştirmekle yetinmedi... "Felsefe iki yönden bilime benzemelidir" demiyor. Bunu siz diyorsunuz, Ne diyeyim daha?
    Buna daha önce cevap vermiştim zaten. İki yönden kastettiğim şeyin ne olduğunu 50. sayfadaki pasaj üzerinden anlatmıştım. 50. sayfayla İngilizce baskıya sonsöz birbiriyle çelişmiyor, aksine birbirini tamamlıyor. Felsefenin kesin bilime dönüşmesi bilim eleştirisiyle çelişen bir şey değil ki. Hatta bunların zorunlu olarak birlikte işlemesi gerek.

    Ayrıca birçok başka eleştirinize de yanıt verdim daha önceki yazışmalarda. Oralara dönmediğinize göre sizi ikna edebildiğim sonucunu mu çıkarmalıyım? Örneğin ilk yorumunuzda beni anakronizme düşmekle suçlamıştınız vb.
    Açıkçası ben yanlış yaptığımı kabul etmekten de kendimi eleştirmekten de gerektiğinde özür dilemekten de çekinmiyorum. Felsefi tartışmanın sağlıklı yürümesinin zorunlu koşullarından biri bu gibi geliyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Yoksa bu son cümlem de mi kötü niyetli? Belki de copy paste yapmışımdır. Ne dersiniz?

    YanıtlaSil
  9. ben sizi yeterince anladım ve buna karşılık siz beni yeterince anlamamazlıktan geldiniz.

    kutuya yazmak yorucu oluyor, hiçbir şekilde beni ikna falan edebilmiş değilsiniz.

    Bakın şöyle söyleyeyim size. kitabı alıp önsözü ilk okuduğumda bedavadan profesörlük kapmış 80 mamülü doçent ya da profesör zannetmiştim ben sizi . Geçen Bergsonculuk gözüme ilişince aklıma geldi, dedim şu adamı bir canına okumak gerek. Ama baktım konuyla ilginiz yok ben de eleştiriyi belki anlayacağını umarak (ki adım gibi biliyorum ne demek istediğimi anladığınızı) yapıcı olmaya çalıştım, ama kabul ediyorum yer yer sert ifadeler de kullandım.

    Siz bu makaleyi zaten bergson üzerine yazmıştınız, Hazır böyle bir makale varken içine deluze u da yedirerek kitabın önsözüne koymuşsunuz. Ama olmamış, sırıtıyor bunu da bilin.

    Size ne Deleuze'un külliyatını yeniden özetlememe gerek var, ne anlatmak gibi bir derdim var, ne de gereksiz tartışmalara girmeye niyetim var. Bir [deleuze] okuru yazdığınız önsözü hiç beğenmedi. olay bundan ibaret diyelim :D Artık bu cümlenin de kendi aklınızca altından girip üstünden çıkarak "Bir [okurum] yazdığım önsözü beğendi haline getirmeyin, o zaman bayramlık ağzımı açarım.

    "Bergson felsefeyi mutlak olarak ‘kesin’ bir disiplin haline getirmek, bilimin kendi alanında sahip olduğu kesinliği ona kendi alanında kazandırmak, onun bilim kadar ilerletilebilir ve aktarılabilir olmasını sağlamak için sezgi yöntemine güveniyordu" demek "Felsefenin kesin bir hale gelmek için iki bakımdan bilime benzemelidir" anlamına gelmez. Bu cümleyi de sizden başkası kurmaz zaten; ki deleuze'un ağzından çıkan cümlede bergson tarafından felsefenin kendi içinde aranabilir -veya- dışarıdan alınabilir bir disiplin arayışının mevcudiyetini, sizin yazdığınız cümlede Descartes'çi bir tekerlemenin terennümünü işitiyorum ben.

    Zaten eleştirimin de temeli bu idi: "Bergsonculuk yapıtı, özünde, bergson un Deleuze üzerinden okuması iken, yazdığınız önsözde tersi bir yol izleyerek Deleuze'u Bergson üzerinden tersine bir okuması haline sokmanız üzücü; çünkü bu durumda Deleuze Bergson'un yapıtlarını bir risale olarak ele alan, ancak aynı zamanda da her nasıl oluyorsa Bergson'dan daha erken dönemde yaşayan bir filozofa dönüşüyor ki, bu ucube bir makinenin icadıdır ve varlığını da yazdığınız önsöze borçludur."

    birçok şey yazdım, orasından burasından kesip istediğiniz anlamı yükleyerek cevap yazmışsınız ancak bu tartışmanın bizi bir yere götürmeyeceği muhakkak. meydan sizin efendim...

    kolay gelsin

    YanıtlaSil
  10. Anlamaktan aynı şeyi anlamıyoruz galiba. Sizin ne dediğinizi anlamadığımı söylediğimde eleştirinizi neye dayandırdığınızı göremediğimi söylemeye çalışıyorum. Yoksa önsözü hiç beğenmediğinizi, kitapla önsöz arasında bir ilişki olmadığını iddia ettiğinizi anladım. Ama argümanlara ve metinlerden alıntılara (sadece önsözden değil, Deleuze’den, Bergson’dan alıntılara) dayanmayan, salt beğeni yargılarıyla dolu iddialar sonuçta havada kalıyor. Benim anlamadığım işte bu. Bir şeyin neden öyle olduğunu göremezsem o şeyi anlamış sayılmam. Aynı şekilde bir eleştirinin neden yapıldığı, hangi gerekçelere dayandığı bana gösterilmediği sürece o eleştiriyi ciddiye alamam. Bu yüzden anakronizm meselesinde kendinizi alıntılamanıza gerek yok. Beni anakronizmle eleştirdiğinizi anladım zaten, neye dayandığınızı anlamadım sadece. Bir şeye ucube demek onu eleştirmek olamaz herhalde (ucube makina deyince daha bir Deleuzecü mü oluyor nedir?). Yine de ilk yorumumda neye dayanmış olabileceğinizi hayal etmeye çalışarak bu eleştiriye yanıt vermeyi denedim.

    Argüman olmayınca eleştiri ya
    A) saldırıya dönüşüyor, kişiselleşiyor ve bayağılaşıyor. İki örnek:
    1) Beni bedavadan profesörlük kapmış 80 mamülü doçent ya da profesör zannetmeniz şaşırtıcı değil mi? 80 ürünü profesörlerin Otonom yayınlarından Deleuze çevirdiği nerde görülmüş! Deleuze’ün ilk sol Bergson okumasını yaptığını söylediği nerde görülmüş! (Bu cümle sunuşta var ve evet benim kişisel görüşüm.) Hangimizin niyeti kötü merak ediyorum doğrusu.
    2) Bir de şöyle bir iddianız var. Diyorsunuz ki Siz bu makaleyi zaten bergson üzerine yazmıştınız, Hazır böyle bir makale varken içine deluze u da yedirerek kitabın önsözüne koymuşsunuz.
    Bu bilgiye falcılık yaparak falan mı ulaştınız. Sunuşu çeviriyi bitirdikten sonra yazmaya başladım. Yayınevini arayıp öğrenebilirsiniz isterseniz.

    ya da
    B) beğeni yargılarının istilasına uğruyor. Bir anda hangi filozofu sevdiğinizi, hangi filozofu kepaze bulduğunuzu, kimi okurken çok eğlendiğinizi, kimi sevimli kimi sevimsiz bulduğunuzu anlatmaya başlıyorsunuz. Bu beğeni yargılarına sezgisel cümleler ekleniyor. Bazen garip sesler işitiyorsunuz. Söylediklerimde Descartesçı bir terennüm işitmişsiniz mesela. Neden o cümlenin Descartesçı olduğunu göstermediğiniz sürece işittiğiniz terennüm halüsinasyona girer. Eleştiri ancak argümanla başlıyor çünkü.

    Felsefe saldırı ve hakaretin, kişisel beğenilerin ve kanıların bittiği yerde başlıyor...

    YanıtlaSil
  11. Tungsten Titanium Tungsten Titanium - TintiTech
    Tungsten Titanium Tungsten Titanium. Tungsten Titanium. ecosport titanium Tungsten titanium earrings Titanium. 2020 ford ecosport titanium Tungsten Titanium. Tungsten Titanium. Tungsten titanium ring Titanium. Tungsten Titanium. Tungsten babyliss pro nano titanium flat iron Titanium. Tungsten Tungsten Titanium. Tungsten

    YanıtlaSil