30 Temmuz 2009 Perşembe

Yavaş yavaş acele etsene !

Yavaş yavaş

Nietzsche Ahlakın Soykütüğü’nün önsözünün sonunda aforizmaları ve genel olarak felsefe metinlerini “geviş getirerek” okumamız gerektiğini söylüyor. Bunun için de “modern insan” olmaktan çıkmamız gerek, okuma etkinliğini bir sanata dönüştürmemiz gerek. Aynı önsözün 7. paragrafında da ahlakın soykütüğünü çıkaracak kişinin renginin gri olabileceği söyleniyor: satır satır okunacak, şifresi çözülecek belgelerin rengi gri çünkü. Başka bir deyişle, yalnızca ahlakın kökenini ve gerçek değerini araştırırken değil herhangi bir felsefe araştırmasında da vazgeçilmez koşul, filologun erdemi olan yavaşlık. Elimizdeki tek somut araştırma nesnesi olan metinleri olabildiğince yavaş okumak. Belki de fazla modern olduğumuz için hiçbir zaman yeterince yavaş okuyamıyoruz. Hep bizi hızlandıran dışsal etkenler var: öğrenciysek sınavlara hazırlanmamız gerek, bir şeyler yazıyorsak yazımızı yetiştirmemiz gerek, sadece okumak için okuyorsak bile artık o kitabı bitirip başka bir kitaba geçmemiz gerek… Oysa “geviş getirmek” bir kitabı hiç bitirmemek anlamına geliyor. Hiç bitirmemek kitabı yarım bırakmak ya da tekrar tekrar okumak değil; metni tanımak, anlamak, derinleşmek…
Geviş getirdikçe: 1) kitabın bütününe ilişkin bir derinleşme kazanıyoruz: kitabın yapısı ne, neden önce şu konu sonra da şu konu inceleniyor, tek tek incelenen bu konular hangi problemi çözmeye yarıyor? Ama 2) ayrıntıları da daha iyi kavramaya başlıyoruz: neden belli bir durumu anlatmak için özellikle şu kavrama başvurulmuş, neden bazen yeni ve garip kavramlar icat etmek gerekiyor da bazen eski bir kavrama yeni bir anlam yüklemek daha iyi? Neden tam burada böyle bir cümle var, tam burada böyle bir sözcük var? İlk başta ikincil gibi görünen şeylerin, şakaların, anekdot düzeyinde kişisel bilgilerin bile metnin bütünü içinde bir anlamı olabilir. Okumanın bu iki yönü birbiriyle bağlantılı. Ayrıntılar üzerine tek tek çalıştıkça bütün de belirginleşiyor, bütün belirginleştikçe önceleri hiç anlamadığımız karanlık cümleler birden aydınlanıyor.
Hatta iyice abartıp bazen metinleri ezberlemenin de işe yaradığını söylemek mümkün. Bir filozofun temel akıl yürütmelerini, tanımlarını ezbere bilmek bir şiiri zorla ezberlemeye benzemiyor. Ezberle anlama her zaman birbirinin karşıtı değil. Ezbere bilinen şeyler zamanla gitgide daha derin bir anlamanın araçlarına dönüşüyor. Kurosava’nın Dersu Uzala diye bir filmi var. Dersu, ormanı ezbere bilen bir adam. Ormanın haritasını çıkarmak isteyen Rus askerlerine o rehberlik ediyor. Sağda solda gördüğü, duyduğu işaretlere bakarak “şimdi yağmur dinecek”, “az önce buradan bir Çinli geçmiş”, “birazdan terk edilmiş bir kulübe göreceğiz” ya da “geceleyin biri hiç uyumadan buralardan yürümüş” diyebiliyor. Hayvan tuzaklarının yerini önceden kestirebiliyor. Kısacası Dersu ormandaki bütün yaşam işaretlerini okumayı biliyor. Bir filozofu geviş getirerek okumak o filozofu Dersu’nun ormanı tanıdığı gibi tanımaya benziyor. O filozofla yaşamak, kitaplarındaki izlerin, işaretlerin anlamını çözebilmek, metinlere güncellik kazandırmak, o felsefenin kavramlarıyla başka konular üzerine de düşünebilmek. Aristo olsaydı, Nietzsche olsaydı ne derdi diye düşünebilmek. (Örneğin gelmiş geçmiş en büyük Aristo yorumcularından İbn Rüşd, Gazali’yle tartışırken tam Aristo gibi düşünüyor, Aristo o dönemde yaşasaydı ve Müslüman olsaydı Gazali’ye aynı yanıtları verirdi kesin.)
Ama geviş getirmenin korkutucu ve boğucu bir yanı da var, çünkü bu işin bir sonu yok. Asla yeterince yavaş değilsek hep daha da yavaş olabiliriz demektir. Daha da yavaş okuyabiliriz. Ayrıntılara daha da çok gömülebiliriz. O filozofla aynı dönemde yaşamış başka filozofları okuyarak, o filozof üzerine yazılanları okuyarak çalışmamızı genişletebiliriz. Örneğin Aristo’yu anlamak istiyorsak hem diğer Yunanlı filozofları hem eski ve çağdaş Aristo yorumcularını okumak zorundayız. Çünkü yan okumalar geviş getirmenin bir parçası. Ama yan okumaların da yan okumaları, yorumcuları yorumlayan başka yorumcular var. Ana metnin ya da metinlerin gitgide daha ayrıntılı şekilde okunmasıyla çığ gibi büyüyen yorumlar arasında kaybolmadan herhangi bir konuda karara varmak olanaksız gibi.

acele etsene !

Nietzsche geviş getirmenin yanı sıra “çekiçle felsefe yapmak” diye bir şeyden de söz ediyor, yani felsefe tarihine şiddet uygulayarak onda değerli olanı açığa çıkarmak. Bu sefer her şey tersine dönüyor. Hiçbir zaman yeterince hızlı değiliz. Hep bizi yavaşlatan dışsal etkenler var: yine sınavlar, yazdıklarımıza gösterdiğimiz özen, çeşitli nedenlerle anlamadığımız pasajların yavaşlattığı okumalar… Oysa “çekiçle felsefe yapmak” için hızlı davranmak gerek. Bir felsefeyi anlamak için yapılacak en iyi şey şöyle büyükçe bir çekiç alıp çekici bütün gücümüzle o felsefeye indirmek. Bazı kavramlar hemen kırılıyor, bazıları ayakta kalıyor, bizi zorluyor. Nietzsche’nin yarım sayfada bütün felsefe tarihini özetlediği yerler var. Yarım sayfada ortaya çıkan şey çekiç darbelerinden sonra felsefeden geriye kalan (bunun en iyi örneklerinden biri Putların Alacakaranlığı’nda gerçek dünyanın bir mitosa dönüşmesini anlatan bölüm, bir yanılgının öyküsü).
Çekiçle felsefe yaptıkça: 1) geviş getirmenin yavaşlığından kurtuluyoruz. Bütün filozoflar eşit derecede önemli değil, bütün ayrıntılar eşit derecede ilginç değil. Çekiçle felsefe önemliyi önemsizden, ilginci sıradandan ayırmayı sağlayan bir eleme yöntemi. 2) felsefe somut bir şeye dönüşüyor. Geviş getirme tek başına uygulandığında soyut kalma tehlikesine sahip. Çekiç darbeleri işte bu soyutluk tehlikesini ortadan kaldırıyor, felsefenin yaşamla bağını kuruyor. Yalnız darbelere dayanabilen düşünceler yaşamsal öneme sahip. Hatta bazen bildiklerimizi unutmanın da işe yaradığını söyleyebiliriz. Düşünceleri unutmak bir şiiri orta yerinde unutmak gibi değil. Yaşamla ilgisi olmayan şeyler, dayanıksız düşünceler unutuluyor. Dersu Uzala’nın ormandaki yaşam işaretlerini okuyabildiğini söylemiştik. Ama hepsi bu değil. Dersu bu becerisini canlıların yaşamlarını sürdürmelerine izin vermek ya da yardım etmek için kullanıyor (bizim için cansız olan şeyler, yani ateş, rüzgar vb. Dersu’ya göre canlı, dolayısıyla canlılık varlıkla örtüşüyor aslında). Çinliye yemek veriyor, kulübenin çatısını onarıyor ki kendisinden sonra gelecek olanlar orada barınabilsin, hayvan tuzaklarını bozuyor. Dersu için ormanı bilmekle ormanda yaşamak aynı şey. Bu bilgi-yaşam işe yaramaz “bilgileri” kendiliğinden eliyor zaten. Ama Dersu’da çekiçle felsefenin şiddeti yok. Daha iyi bir örnek şu olabilir: Herzog’un Yaşam İşaretleri (Lebenszeichen) diye bir filmi var. İlk uzun metrajlı filmi. Üç asker bir Yunan adasındalar (Kos adasıydı galiba). Adadaki belli bir bölgenin güvenliğinden sorumlular ama ortada savaş falan yok. Sıkıntıdan sinek (hamamböceği) avlıyorlar, amaçsız keşif gezilerine çıkıyorlar, en entelektüelleri mezar taşlarındaki Eski Yunanca yazıları çözmeye çalışıyor vb. En sonunda içlerinden biri sapıtıp her şeyi unutuyor ve asker sığınağındaki tüm patlayıcıları yakınlardaki köye nişan alarak ateşliyor. Patlamaların ardından yeni bir köy, yeni bir ada ortaya çıkacak. Çekiçle felsefe, delirmiş bir asker gibi felsefe yapmak. Düşüncelere, kavramlara büyük bir şiddet uygulayıp geriye ne kalacağını görmek, ciddiyetin ardından gelen hafiflik. Nietzsche’nin geleceğin düşüncesi dediği şey bu çekiç darbeleriyle, patlamalarla şekillenmeye başlıyor.
Gitgide artan yavaşlık ve gitgide artan hız birbiriyle çelişmiyor mu? Hem geviş getirmek hem çekiçle felsefe yapmak, hem mezar yazılarını sökmek hem ölüleri diriltmek mümkün mü? Bunu yapmış olan birçok filozof var. Heidegger gayet iyi bir örnek. Bir cümle üzerine onlarca sayfa yazabilir, bütün Batı metafiziğini birkaç satırda özetleyebilir. Aynı şey kısmen Deleuze ve birçok çağdaş filozof için de geçerli. Dolayısıyla hem çok yavaş hem çok hızlı olmak mümkün. Sadece mümkün de değil zorunlu. Salt geviş getirerek yapılan felsefe kısa sürede kötü anlamda akademizme hapsolur, gitgide daha az sayıda metin üzerinde gitgide daha ayrıntılı bir uzmanlığa dönüşür, yaşamdan kopar. Salt çekiçle yapılan felsefe de sonunda kendini kandırmaya dönüşür. Satır satır okunmamış filozoflara ne kadar şiddet uygulanabilir? Hızlıca okunmuş filozoflara, daha kötüsü felsefeye giriş kitaplarından öğrenilen felsefe tarihine indirilecek darbeler ne kadar yıkıcı, ayıklayıcı olabilir?

3 yorum:

  1. zannediyorum düşüncede geviş getirmenin, "ayrıntıya inmek"ten öte şöyle bir kastı var: düşüncenin bir işleyişi, hareketi, devinimi, hızı var. düşüncenin, kavramın bir "oluşu" var. bir felsefe kitabındaki cümleleri "anlamak" demek, sadece okuduğumuz cümleyi anlamak değil, bu hareketi tekrar etmek demek. bir romanda okuduğumuz "ali bakkala gitti" cümlesi olabildiğince açıktır. fakat "etkinin anlaşılması, sebebin anlaşılmasına bağlıdır ve sebebin anlaşılmasını içinde barındırır" cümlesi aynı açıklıkta değildir. bu sadece argümentasyonun öncesi/sonrasını bilip bilmemekle alakalı da değildir. argümentasyonda kullanılan kavramların (etki, sebep, anlama, içinde barındırma) açıklığa kavuşması gerekmektedir tam olarak. bu ise bir cümleyi çok yavaş okuyarak veya kendini anlamaya zorlayarak gerçekleşecek birşey değildir. benim yavaş okumaktan anladığım, başka türlü okuyamama halidir. bunun sebebi de şudur: bir cümlenin, kendisine anlam veren tüm virtüaliteyi size açması, kendi oluşuna sizi dahil etmesi zaman alır.

    "etkinin anlaşılması, sebebin anlaşılmasına bağlıdır ve sebebin anlaşılmasını içinde barındırır"

    Bunu yukarıdaki cümle için deniyelim. ilk dikkatimi çeken şu: cümle, „etki, sebebe bakılmadan anlaşılamaz“ ile aynı manaya gelmiyor . Zira spinoza, etiğinin en başlarında karşımıza çıkan bu cümlesinde iki farklı „anlama“ biçimi koyuyor ortaya: etkiyi anlamak ve sebebi anlamak. Ve diyor ki, etkiyi anlamak, sebebi anlamaya bağlıdır ve sebebi anlamayı içinde barındırır. „sebebi anlamak“tan farklı olan ama sebebi anlamaya bağlı olan bu „etkiyi anlamak“ nedir?

    Bunu açıklamak için aklıma komik bir örnek geliyor. Bir arkadaşım şöyle bir hikaye anlatmıştı: ismi başak olan bir kız, lisede herkesin „b“ harfini „t“ ile değiştirmesinden çekiyor. Bir gün arkadaşımla konuşurken ismini değiştirmek istediğini söylüyor. Arkadaşım „peki isminin ne olmasını isterdin?“ diye sorduğu zaman verdiği cevap. „yaprak“. „p“ harfini „r“ ile değiştirdiğiniz zaman, bu cevaba gülümsememek zorlaşıyor. Freud'un büyük ihtimalle „yineleme zorlantısı“ olarak tasnif edeceği bu vakayı yukarıdaki cümleyi açımlamak için de kullanabiliriz: „başak/taşak“ ile kızın yaşadığı etki, „başak/taşak“ aktüel örneğinden ibaret değildir. Etki, bir kelimenin harflerinin değiştirilmesi değil, kızın isminin kurbanı olmasıdır. Kız, bunu anlayamayıp etkiyi sadece isme yüklediği zaman, etkiyi oluşturan sebeplere ulaşamaz. Spinoza'nın „etkiyi anlamak sebebi anlamaya bağlıdır ve sebebin anlaşılmasını içinde barındırır“ derken şunu kasteder temelinde: bir etki, kendisini yaratan sebeple aynı düzlemde değildir. Her zaman aktüeldir.

    YanıtlaSil
  2. Aktüel olanı anlamak demek, aktüeli yaratan koşulları, hareketi, aktüelin içindeki sonsuz formu anlamak demektir. B ile T yer değiştirebilir; fakat P ile R de yer değiştirebilir; ikisi „aynı“ harekettir. Bu yüzden „etkinin anlaşılması“ gibi bir kavram da vardır. Etkinin anlaşılması, „neye maruz kalındığının“ anlaşılmasıdır. Sebebin anlaşılmasıyla kendini yok etmez, kendi kendini ortadan kaldırmaz. Fakat sebebin anlaşılmasıyla etki de anlaşılır, anlanan şey, sebep değil, etkinin ta kendisidir.

    Psikoterapiye giden tanıdıklarımın çoğunun karıştırdığı birşey bu, gibime geliyor. Ortada bir etki gözlemliyorlar öncelikle, etki olduklarını düşündükleri bir fenomen: belli korkular, kaygılar, utangaçlıklar, frustrasyonlar. Sonra bunların „sebebi“ olabilecek şeyler hakkında kafa patlatıyorlar: çocukluklarında yaşamış olduklarını varsaydıkları çeşitli travmalar, annem beni sevmedi, babam değer vermedi, şu gün şöyle birşey olmuştu. Çoğu zaman da, varsaydıkları sebebin etkiye olan yabancılığı dolayısıyla, bu kişisel bir trajedi öyküsünden öteye geçemiyor: böyleyim çünkü şunları yaşadım. Bu yanlışın sebebi basit: etkiler ve sebepleri aynı düzlemde görüyorlar. Sebepleri, etkileri hala aktüel tutan birtakım problemler, koşullarda, kısacası virtüalitede değil; geçmişte kalmış bir aktüalitede arıyorlar. Yani kısacası: „etkileri anlamak“ ile „sebepleri anlamak“ arasındaki farkı göremiyorlar. Etkileri, çoktan anlaşılmış şeyler sanıyorlar.

    Şimdi en yukarıya geri dönmek gerekirse, sanırım düşüncenin geviş getirmesi şöyle birşey: yukarıda örneklediğim tarz bir cümle, devamında anlattığım şeyleri açıklıyor. Öte yandan bu cümlenin oluşmuş olması için, spinoza'nın bu cümleyi yazmış olması için, yukarıda yazdığım gündelik hayatımdan örneklerin de varolması gerekiyor. Yani yazdığım örneklerle spinoza'nın cümlesi arasındaki ilişki, birinin ötekini açıklamasından ibaret değil. Eğer felsefe „bilim“ olsaydı ve biz gerçekliği modelleyen bir teoriden bahsediyor olsaydık, böyle bir „açıklama“yı ön plana çıkarabilirdik. O zaman „hakkaten lan adam doğru demiş“ seviyesinde kalırdık. Fakat burada bu cümleyi „anlamak“ istiyorsak, cümlede bize sunulan „anlama“ kavramına geri dönmeliyiz. Ve hiç kuşkusuz burada anlamak, öncelikle, etkiyi anlamak olmalı. Etki: cümlenin kendisi, aktüel hali. Anlamak: cümlenin oluşunu anlamak. Bir virtüalite içerisinden, kendisini yaratan, aktüel hale getiren edimselleşme sürecini yaşamak. Bu felsefi kavramların gündelik hayatımızdaki tezahürlerini arayacağız manasına gelmiyor. Bilakis klasik anlamda „gündelik hayattaki yansımayı arama“ edimi gereğinden hızlı bir anlama çabasının işaretidir genellikle. „geviş getirme“ ise, eğer doğru anladıysam, böyle bir analoji/benzerlik yakalama çabasından çok, bir düşünceyi oluşturan hareketi başka düşüncelerde, gündelik hayatta, filmlerde, varlığın olduğu her yerde bulabilme hali. „anlamaktan“ anladığımız bu olsun. B ile T'nin değişiminin, P ile R'nin değişimiyle aynı şey olduğunu görmek olsun.

    YanıtlaSil
  3. ve son cümle olarak: bu tarz bir "anlama" kuşkusuz zaman alacaktır. fakat bu zaman, "ölçülebilir" bir zaman değildir, düşüncenin oluş zamanıdır, etkisini yayma zamanıdır. şekerin, çay içerisinde eridiği zaman gibi bir zamandır.

    yukarıda spinoza'nın cümlesini açıklamaya çalıştım. bunu yaparken esasen yaptığım (umarım) şuydu: cümlenin "manasını" açıklamaktan çok, cümlenin nasıl oluştuğunu, gündelik hayat içerisindeki bir örneği gözlemlerken cümleyi yaratan faktörlerin nasıl tek tek bir araya geldiğini kendim yaşadım. benim "yavaş okumak" gerekliliğinden anladığım bu: düşüncenin oluşumunu kendi başına tekrar etmek. bu, filozofun argümentasyonunun tekrarından da yapılabilir, kendi hayatımızdan bir örnekle de yapılabilir. "aklın yolu bir" ise, aynı düşünceye birden fazla giriş vardır. sanıyorum ki "fark ve tekrar" meseleleri de bunlarla ilgilidir.

    YanıtlaSil