16 Temmuz 2009 Perşembe

Kavramların tarihinin olduğu bir dünyayı düşünmek



« Olanaklı dünyalara » dair burada başlayan tartışmada, İlhan`ın 11 Temmuz tarihli yazısında « düşünce deneylerine » dair söylediklerine benim de çeşitli itirazlarım var. Aslında, önermelerin « içerim/gerektirimlerini aktüel olanın ötesinde bir kesinlikle saptama çabası » paylaşabileceğimiz bir çaba, ancak « aktüel olanın ötesinin » ne olduğunda uzlaşmıyoruz : benim için « orası » düşünce deneyiyle gidilecek olanaklı dünyalardan çok, İlhan’ın horgördüğü, en azından felsefeden dışladığını sezdirdiği, « empirik » ya da « olumsal bağlantılar » dediği alan, tarih, arşiv, rasyonalite. Etik alanında düşünce deneylerinin ne kazandırabileceğini görüyorum (Nietzsche’deki « ebedi dönüş » fikri de bence açıkça etik bir düşünce deneyidir), ama örneğin insan bilimlerinin ürettiği önermelere dair bir tartışmada, ve daha genel olarak söylem analizine dair, « Aktüel olanı mümkün kılan ne ? » diye sormak yerine « Aktüel olan böyle değil şöyle olsaydı ne olurdu ? » diye sormanın, bugünü anlamak için bize ne kazandırdığını anlamıyorum (« Mızmız bir Foucaultcu » olarak felsefeden anlamamam herhalde bir normdur).
Tartışmayı, İlhan’ın verdiği iki örnek üzerinden, klasik/popüler « Bauer ve işkence açmazı » örneği ile « suça eğilimlilik/genetik özellikler bağlantısı » örnekleri üzerinden yürütmeye uğraşacağım, çünkü bu örnekler tam da İlhan’ın yorumladığı anlamda « düşünce deneyinin » uygulanmasının bence yararsız olduğu alanlara ait.

I. « Haydi, bugün önyargılarımızı bir kenara atalım ve Jack Bauer’la bir düşünce deneyi yapalım !»

Bu ilk örnekte yapılan, ahlaki önermeleri, teorileri « taşıyan » evrensel bir özneyi varsaymak, ve bu özneyi dünya üzerinde her türlü politik, ahlaki konumu doldurabilirmiş gibi düşünmek. Sözünü ettiğiniz düşünce deneyinin arkasında varsaydığınız özne boş bir form (ama tabii herşey açıkça ona anlatıldığı zaman rasyonel seçimini yapacak yetilere vakıf). Bu konumdan yola çıkılarak şu soru soruluyor : « Ahlaki teorisinde ‘işkence koşulsuz olarak yanlıştır’ diyen birisine, bir faydacı gelip ‘insanlığın devamı masum bir insanın işkence görüp öldürülmesine bağlı’ dediği zaman, ne olacak ? » « Ahlaki kanı » ve « sezgi » gerilimli bir ilişkideki iki uç ; faydacıların sezgisi ve ahlakçıların teorileri birbirlerini dengeleyecek ve evrensel özne düşünce deneyiyle ahlaki teorisini keskinleştirmiş olacak. Saf bir soru : Bu kadar politik bir örneği nasıl olur da böyle uzaysız ve zamansız bir deneyim olarak düşünebilirsiniz ? Düşünce deneyi dediğiniz şeyin konusunu Fox’un finanse ettiği senaristlerin yazdığını çok iyi bildiğiniz halde, global kamuoyu manipülasyonu operasyonlarını bile evrensel öznenin yargılarını keskinleştirecek egzersizler olarak düşünmekteki ısrarı kesinlikle anlamıyorum. « İnsanlığın devamının bir şeye bağlı olması » gibi bir söylemin doğuşunu, bugünkü uygulanışını, mesela bizlere niye kabul ettirilmek istendiğini açmadan, onu bir düşünce deneyiminin bir terimi olarak görmenin neresinin analitik olduğunu ise ancak merak edebiliyorum. Yani, size gelip böyle bir laf eden faydacıya mantıksal olarak ne diyebileceğinizi düşünmeden evvel, bu tür bir düşünce deneyi tuzağına düşmeden önce ona söyleyebileceğiniz « empirik » bir sürü şey var (İlhan’ın, bu « empirik » alanı felsefeden dışlama eğilimine geri döneceğiz). Faydacıyla aynı « sezgiyi » paylaşmanız, sizin kendinizle ve gerçeklikle kurduğunuz ilişkiye dair bir sorun, bir « öznel konum » sorunu (evet, ahlaki, politik öznelerin konumları var !). Bu düşünce deneyini kabul etmekle, teori ile sezgi arasında bir denge kurup « pozisyonunuzu keskinleştirdiğinizi » söylediğiniz yerde, aslında birilerinin öngördüğü, hazırladığı bir öznel konuma gelip yerleşmiş olabileceğinizi düşüncesi, güzel bir zihin egzersizi olmaz mıydı ?
Oysa bu dünyada birilerine devlet eliyle işkence uygulayabilecek özneler ile üzerlerinde işkence uygulanabilecek özneler arasında çok net bir ayrım var. Bu ayrımı « olumsal bağlantılar » kümesine itmekle, felsefe ya da değil, düşünceye bir şey kazandırmış olmadığınız gibi, size düşünce deneyinizin konusunu sağlayan bağlamı bir anlamda « tarihsizleştirmiş » oluyorsunuz. Oysa başka sorular sorulabilir : « Birilerine işkence yapılıp yapılamayacağının kararını verenler bugün gerçekte kimdir ? », « Bu tür bir kararı verecek konumlara gelmek için gereken öznellik tipi nedir ? », « Acaba neden bu kararları verenler, düşünce egzersiziyle kendini geliştiren o evrensel özneler değil de, bu kararları verebilmelerini sağlayan politik önkabullere sahip bürokratlar oluyor? » (Bu soruların « felsefe » olup olmadığı konusunda görüş bildiren felsefe zabıtları faydalı bir iş yaptıklarını düşünüyor olabilirler).
Bu konuda son bir laf : İlhan, bu tür bir düşünce deneyinin, pozisyon keskinleştirmekten de öte, « ahlakın sınırları, ön koşulları ve fonksiyonunu nasıl anladığımıza dair meta-etik bir takım ipuçları vermeye » yaradığını söylüyor. Aktüel ahlaki pozisyon (işkence her koşulda kötüdür), reel olmayan bir senaryo (Bauer’dan işkence yapmasını isteyecek bir durumda kalmak) üzerinden keskinleşince, bize ahlak hakkında meta-etik bir takım ipuçları veriyor, ona göre. Bana göre, bu deney bize meta-etik ipuçları verecekse, teori/sezgi ilişkisini bu biçimde düşünen, Cumhuriyetçi bir faydacının bağlamını eleştirmeden deney konusu yapan bu özneye dair, bu öznellik biçiminin doğuşuna, yayılışına vb. dair ipuçları veriyor. « Beni bir polis gibi düşünmeye yöneltmekte kimin çıkarı var ? » diye soran Foucaultcu mızmız, faydacının tuzağına düşen incelikli filozofa şöyle diyebilir : analizinizin « son durağı » olarak kabul ettiğiniz terimlerin sandığınız kadar bağımsız olmadıkları fikri, keskin bilincinizi hiç mi rahatsız etmiyor ?

II. Bir « laboratuar araştırmacısı » gelip « suça eğilimlilik genetiktir » derse, kavram analizcisi felsefecinin hali nice olur ?

Verilen ikinci örnek şu : 'Suça eğilimli olmak ile belirli genetik özellikler arasında tekabüliyet yoktur/vardır' önermesi nasıl ele alınacak ? İlhan’a kalırsa, 1) felsefenin rolü burada, empirik içerikleri, olumsal bağlantıları sosyal bilimlere bıraktıktan sonra, bu tür önermelerin mümkün olduğu / olmadığı dünyaları düşünerek bu konudaki algımızı genişletmek. 2) Çünkü sonra bir « laboratuar araştırmacısı » gelip « böyle bir bağlantı var » derse, bu « empirik alanda » hiç bir otoritesi olmayan Foucaultcu mızmız bir felsefecinin elindeki tek argüman, genel olarak bilim adamının epistemik çerçevesinin sınırlarına işaret ederek ve onun bu çerçeveyi bilmiyor/reddediyor olduğunu varsayarak söylediklerini « rölativize » etmek olabilir (bunun adı da « Foucaultcu bilim eleştirisi » imiş). 3) Felsefeci bunu yapıp madara olacağına, « olanaklı dünyalar » türü düşünce deneylerinden yola çıkarak « bunun böyle olmadığı dünyaları düşünebiliriz» demeli ve « genetik özellikler » ile « suça eğilimli olma » arasında zorunlu bir bağ olmadığını sezgisini böyle temellendirmeli. 4) Bunu yaparsa, empirik kaka dünyada ellerini kirletmeden « öyle bir tekabüliyet olabilir ama bu bir mantıksal zorunluluk değildir » yolundaki sezgisinde, gerçek felsefecilerle aynı yolda yürüdüğünü görmüş olur (« yoktur birbirimizden farkımız demeye » böyle getiriyor İlhan).

Birbirimizden çok farkımız var.

i) Foucault, adına « bilim eleştirisi » denebilecek ve yukarıdaki şekliyle özetlenebilecek hiç bir şey yazmadı
Birilerinin, Foucault’nun 1961’den 1984’e kadar yazdığı binlerce sayfada, verdiği onlarca derste « everything is socially constructed » dediğini düşündüğü bir dünyayı hayal edebiliriz, ama bu dünyada Foucault bunu yapmadı. Çalışmasının bir bölümü, « insan bilimleri » denen bilimleri mümkün kılan tarihsel rasyonalite biçimleri (gerçekliği kavranır kılma şemaları) üzerinedir. 1960’larda şu tür sorular sordu : « Psikoloji gibi bir bilimin ortaya çıkmasını sağlayan genel bir rasyonalite var mı ? », « Psikiyatri, psikoloji ve psikanaliz arasındaki süreklilik ve kopuşlar nasıl anlaşılabilir ? », « Adına ‘delilik’ denen fenomenin böyle tanımlanması için hangi tarihsel, söylemsel koşulların bir araya gelmesi gerekiyordu ? », ya da, daha sonraları : « Kriminoloji gibi bir söylemle, ceza sistemlerinin uygulanışı arasındaki süreklilikler nedir ? »... Collège de France’daki kürsüsünün adı, « Düşünce sistemleri tarihi ». İnsan bilimleri açısından bakıldığında, genel projesi şöyle özetlenebilir : bu bilimlerin önermelerinin doğruluğu konusunda bir tutum almaksızın, onların önermelerini bu şekilde formüle edebilmelerini mümkün kılan tarihsel a priori’leri ortaya koymak (a priori’yi özne açısından değil, tarihsel yapılar ve düşünce sistemleri açısından düşünüyordu).

Buradan hareketle, bizi ilgilendiren örnekle ilgili Foucaultcu bir araştırmanın ne olabileceğine bakalım : « Genetik özellikler ile suça eğilimlilik arasındaki ilişki » denen şeyin, olanaklı dünyalarda kurulabilip kurulamayacağını değil, bu dünyada ne zaman, nasıl kurulduğunu araştırmak [1]. Soru şu olabilir : « Kriminoloji, psikiyatri gibi insan bilimlerinin 19. yüzyıldan itibaren genetik özellikler ile suça eğilimlilik arasında bir bağlantı kurmalarına izin veren söylemsel koşullar nedir ? » «Söylemsel koşullar»dan şunu anlıyoruz : a) o dönemde bu bilimlerin dışında gelişen söylemlerin ( mesela « nüfus » kavramının ortaya çıkışında ve devletlerin « yönetimi » artık « nüfus » üzerinden düşünmesinde, ekonomi-politikte « yarar » kavramının devreye girmesinde, vs...) bu bilimlerin önermelerini formüle etmelerindeki rolü nedir ? Söylemler arası (interdiscursif) alan. b) 19. Yüzyılda bu tür bir söylem bir pratik olarak nasıl işliyordu ? (« Kimin işine yarıyordu ? » Yani : « suça eğilimli olma » denen şeyle « genetik özellikler » arasında bağlantı kurmak hangi insanların, hangi grupların kontrol altına alınması için gerekliydi ? Bu söylemin pratik-politik yararı neydi ?) Pratik-söylemsel (pratico-discursif) alan.
Dikkat ! Bir nesnenin farklı söylemsel alanlarla ve pratik yararlarla ilişki içinde gelişmiş olması, o nesnenin işaret ettiği gerçekliğin var olmadığını, ya da örneğin biyoloji biliminin bu konudaki önermelerinin «yanlış olduğu» anlamına elbette gelmiyor. Foucault, ilgilendiği alanlarda (psikiyatri, kriminoloji, daha sonraları ekonomi-politik...), "yanlışların" değil, doğruluğun/hakikatin (vérité) problematik tarihini yapmak istediğini söylüyordu. Bu haliyle de Foucault’nun «insan bilimlerinin arkeolojisi» adını verdiği çalışma, Bachelard’dan, Canguilhem’den gelen felsefi bir « bilimler tarihi » projesine dahil edilebilir [2].
Bir insan biliminin hangi tarihsel a priori’lere dayandığını göstermek, Leuret gibi bir 19. yüzyıl psikiyatrının söyleminin, hem onun pratiğiyle, hem de başka söylemlerle ilişkilerini ortaya koymak, psikiyatriyi eleştirmekten önce, onun nasıl işlediğini göstermektir. Yani arkeolojinin birincil işlevi betimleyicidir. Peki, denebilir, eğer yine de bu tür bir çalışmanın amaçlardan biri, psikiyatrinin söylediği kadar bağımsız, söylediği kadar « yeni » olmadığını göstermekse, burada bir « eleştiri » yok mu ?
Birisi, Foucault ya da değil, herhangi bir insan bilimindeki x kavramının arkeolojisini tamamen betimleyici bir biçimde ortaya koyduktan sonra, siz bu çalışmayla istediğinizi yapabilirsiniz. Bir dönemdeki psikiyatrik söylemin, Leuret’nin söyleminin ancak kendi önermelerinin mantığı dahilinde tartışılabilecek özerk bir bilimsel söylem olduğunu düşünmenin yanlış olduğunu, kendini tıp biliminin parçası olarak kurma iddiasındaki bu söylemin beklenmedik « komşuluk » ilişkilerini içerdiğini gösteriyor arkeoloji. Kriminolojiyle yakınlığını kabul eden bir psikiyatri, psikiyatriden türediğini teslim eden bir psikanaliz, (...) artık o eski psikiyatri, o eski psikanaliz olmaktan bir ölçüde çıkarlar. Kant'taki deneyimin a priori koşulları düşüncesi nasıl bir "deneyim eleştirisi" değilse, tarihsel a priori de bir "bilim eleştisi "değildir: "işlemesinin koşulları nedir?" sorusunu düşünür - eleştirdiği şey başkadır. Bu tür bir yaklaşımı eleştirmek istiyorsanız, "mızmızlık"tan daha iyi işleyen bir kategori, hatta argümanlar bulmanız gerekebilir.

ii. Felsefenin « empirik » ve « olumsal » olandan bağımsız olması gerektiği düşüncesine dair

Tartıştığımız örnekte, kalkıp bu fenomenler arasında bir tekabüliyet olduğunu ancak bir insan bilimi söyleyebilir, çünkü « suça eğilimli olma » denen şeyin tanımını biyoloji ya da nöroloji değil, ancak sosyoloji yapabilir. Yani, bir « laboratuar araştırmacısının » böyle bir şey söylemesi mümkün değil (tabii eğer sosyolojiden bu kavramı ödünç alıp bir meta-biyoloji yapmıyorsa). Tersi mümkün : yüzyılın büyük düşün adamı N. Sarkozy geçtiğimiz senelerde böyle bir tekabüliyet olduğunu söyleyince, yüzlerce genetikçi biyolog araştırmalarında böyle bir önermeyi mümkün kılacak hiç bir veri olmadığını söyleyen bir manifesto yayınlamışlardı (Nobel ödüllü genetikçiler, yaptıkları çalışmaları gayrımeşru biçimlerde kullanmaya çalışanlara dönüp « hadi canım » demek için iyi ki felsefecilerin analizlerine muhtaç değiller).
« Suça eğilimli olmak ile belirli genetik özellikler arasında tekabüliyet vardır » diyen bir sosyoloğa, 2009 senesinde, yöneltebileceğiniz kimi sorular, yapabileceğiniz kimi itirazlar şunlar olabilir : 1) Bu araştırmacının alanına içrek sorgulamalar : « suça eğilimli olma » dediğiniz fenomeni nasıl tanımlıyorsunuz ? Kimi etnik grupların bir şehirde/ülkede istatistiksel olarak başka gruplara oranla daha çok suç işlemelerine mi ? Peki bu grupları gelir dağılımı, sosyal adalet gibi alanlarda öteki gruplarla karşılaştırdınız mı ? X senesinde Y araştırmacısı karşılaştırmış, onun da elinde istatistikler var, « suça eğilimli » olmak dediğiniz şeyin fakirlikle ilgili olduğunu söylüyor, ne diyorsunuz ?, vb. 2) Kullandığı kavramlara dair itirazlar : « Suça eğilimli olma » kavramının tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığını biliyor musunuz ? Bu kavram 19. Yüzyılda kriminolojiyle psikiyatri arasındaki bir diyalogda ortaya çıktığı zaman, x gruplarını baskı altına almak için kullanıldı, sonra da y, z eleştirileri oldu. Bu kavramı bugün siz bu bağlamını görmezden gelerek kullanabilir misiniz ? (...)

Sadede gelelim. Ne diyorum ? Bu tür bir konuda üretilen bir bilimsel söylemi eleştirmek için, elinizde kavramsal olanaklar olduğunu, ama bu olanakların devreye girdikleri alanlarda etkide bulunabilmelerinin koşulunun, kavramların önermeler içindeki konumlarının yanısıra, söylem blokları içindeki konumlarını hesaba katmak olduğunu söylüyorum. « Laboratuar araştırmacısı » ifadesiyle, felsefenin alanını kavramlar, « bilimin » alanını da « olgular » olarak belirlemeye çalışmadığınızı düşünmek istiyorum. Şimdi, « suça eğilimli olmak » ve « genetik özelliker » birer kavramsa, sanki bu kavramların hiç bir tarihsel derinliği, belirli bağlamlarda belirlenmişlikleri yokmuşçasına, sözde özerklikleri üzerinden düşünmek düpedüz yanılgıdır, diyorum. Bu yüzden, bu tür kavramların geçtiği önermeleri mantıksal analize tabii tutarak, « öyle bir dünya düşünelim ki orada bu bağlantının kurulması mümkün olmasın» formundaki egzersizlerle ele aldığınız zaman çok temel bir şeyi gözden kaçırıyorsunuz : bu kavramların dahil oldukları söylemsel alanın oluşumu ve işleyişi. « Bu böyledir » diyen birine « söylediğiniz şey mantıksal olarak olumsal kategorisine girer » demek, felsefeyle insan bilimleri arasında bir diyalog geliştirmekten çok, felsefeyi bir « önermeler bekçisi » konumuna itmektir ki, önerme sahiplerinin bu bekçiliği ciddiye alacaklarından son derece şüpheliyim.

Bourdieu, « mantığın şeyleriyle, şeylerin mantığını birbirine karıştırmayın » derken böyle bir şeyden söz ediyordu. Husserl’de « antepredicatif » kavramı üzerine bir tez yazacakken, Cezayir’de toplumsal pratikler üzerine çalışmayı seçti. Husserl’deki sorunu nasıl kendi alanında canlandırdığını bütün eserinde görebilirsiniz. Bourdieu’nün hala yaşadığı ve Türkçe konuştuğu bir dünyayı düşünelim. Size şöyle diyebilirdi : Yaptığınız şey, « olumsal » ve « empirik » içerikleri düşüncenin elindeki oyuncaklara, onun kendinden eminliğini pekiştirmeye, aslanlı yolunu aydınlatmaya yarayan « örneklere » indirgemek, kavramları tarihsel bağlamlarından ayırmak, diğer metinler, söylem ve pratiklerle bağlantılarını söz konu etmeden, onları bir düşünce egzersizinin araçları haline getirmek. Bütün bu aygıtın, egzersizin telos’u olarak da, bir x bireyin « felsefi olarak *sahiden* ne düşündüğünü, hangi değerlere daha çok önem verdiğini belirleme » işlevini koymak. Bütün bunlar, birilerinin zamanında « idealizm » dediği şey değilse nedir ?


Notlar :
1. Foucault, doğrudan "suça eğilimlilik" ile ilgili olmasa da, epey yakın bir konuda böyle bir çalışmayı gerçekten yaptı: 19. yüzyılda "anormallik" denen nesnenin, biyoloji, psikiyatri ve kriminoloji arasındaki bir diyalogda nasıl oluştuğunu, 1974-1975 senesinde verdiği "Les Anormaux" başlıklı derste anlatır (Gallimard/Seuil, 1999).
2. Canguilhem’in örneğin « Normal ve Patolojik » eserinde bir « tıp eleştirisi » yaptığını söylemek mümkün mü ? « Patolojik » olarak nitelendirilebilen fenomenlerin ancak « normal » olduğu kabul edilen fenomenlere göre böyle nitelendirilebileceği tezi, bugün felsefe doktorlarından çok tıp doktorlarının ilgisini çekiyorsa, bunun sebebi Canguilhem’in tıp bilimine « dışrak » (« extrinsèque ») kalan ontolojik bir eleştiri (« bilim düşünmez » tarzı « total » eleştiriler gibi) yapmak yerine, tıp bilimine ait bir sorun üzerine, felsefi bir sorunlaştırma biçimiyle konuşabilmiş olmasıdır. Bu tez, bir fenomenin « patolojik » olarak adlandırılamayacağını değil, tersine, hangi koşullarda böyle adlandırılabileceğini göstermesi bakımından, Foucault’nun mirasçısı olduğu pozitif bir bilim tarihçiliğine (pozitif bilimlerin « rölativizan » bir tarihi değil, insan bilimlerinin nesnelerini oluşturmalarının pozitif bir tarihi) dahil edilebilir. Foucault’nun çalışması da bir « bilim eleştirisi » olmadığı için örneğin kuantum fiziğine dair hiç bir şey söylemiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder