Aristo
okurken bir şey fark ettim, sonra başka bir şey daha fark ettim, sonra başka
bir şey daha. Ama bunların ne olduğunu söylemeden önce bağlamın ne olduğunu
söyleyeyim.
Bağlam: Aristo’nun evreni birçok bakımdan bizim
evrenimizden farklı. Aristo’nun evreni sonlu bir evren, bizim evrenimiz sonsuz,
en azından sınırları belirsiz bir evren; Aristo’nun evreni kusursuz bir evren,
bizim evrenimiz kusurlu ya da kusursuz değil, öyle bir evren; Aristo’nun
evreninin merkezinde yeryüzü var, bizim evrenimizin merkezi yok… Bu
saydıklarımın ve bunlara benzeyen başka farkların ardında yatan önemli bir fark
daha var ama. Aristo’nun evreni durağan denebilecek bir evren: orada hiç yeni
bir şey olmuyor, canlılar evrim geçirmiyor, tarih ilerlemiyor, gelişme,
genişleme yok. Varlık kendine yetiyor, kendine sığıyor, kendini aşmıyor,
yenilenmiyor. Bizim evrenimizse sürekli değişim içinde, yenilenme içinde. Bizim
evrenimizin gerçeği Dağlarca’nın sığmazlık gerçeği dediği şey.
Aristo’nun
evreninin durağan olduğunu söyledim, bundan tam ne anladığımı açmaya çalışayım.
Tabii ki Aristo’nun evreninde de değişme ve hareket var. Durağanlıktan
kastettiğim şey hareketsizlik değil. Ama Aristo’nun anladığı hareket daha üst
düzeyde, daha geniş ölçekte, durağanlıkla çelişmeyen bir hareket. Aristo’ya
göre iki çeşit hareket var: karşıttan karşıta giden hareketler, aynıdan aynıya
giden hareketler. Aynıdan aynıya giden bir hareket zaten tanım gereği
durağanlık içermek zorunda. Bu tür hareketler bir yapabilmenin yapmaya
dönüşmesinden, bir yetinin, yeteneğin, gücün, kapasitenin gerçekleşmesinden
ibaretler. Tamamlanmış, sağlıklı bir hayvanda görebilme yetisi var. Bu yeti
hayvan uyanıkken de var, uykudayken de. Hayvan uyanınca görebilme yetisi
görmeyi sağlıyor. Aynıdan aynıya gidiyoruz: görebilmekle görmek bir anlamda
aynı. Karşıttan karşıta giden hareketler ise kısmen yeni şeylerin ortaya
çıkmasına izin veriyor. Örneğin sıcak ve soğuk birbirine karşıt nitelikler,
sıcak bir şey soğurken, soğuk bir şey ısınırken karşıttan karşıta gidiyoruz.
Demin sözünü ettiğimiz yapabilmelerin, yetilerin, güçlerin ortaya çıkışı da
böyle karşıttan karşıta giden hareketlerle oluyor. Yapabilmesi olmayan bir şey
yapabilme kazanıyor, görebilme gücü olmayan bir şey organizmanın gelişiminin
belli bir aşamasında görebilme gücü kazanıyor. Görebilme gücünün olmaması bu
gücün olmasına karşıt. Canlıların oluşum süreci tamamen böyle karşıttan karşıta
giden hareketlerle dolu. Ama burada da daha üst düzeyde yine durağanlık var.
Çünkü dünyaya gelen bir bireyde yeni olan özellikler, aslında o bireyi dünyaya
getiren ana-babada zaten mevcut. Hayvanın görebilmeye başlamasının sebebi aynı
türe ait başka görebilen hayvanların ondan önce zaten var olması. Özetle, aynı
tür içinde bireyden bireye aktarılan özellikler karşıttan karşıta giden
hareketlerle ortaya çıkıyor, bireyin yaşamındaki etkinlikler ise aynıdan aynıya
giden hareketler. Bireyin yaşamında yenilik olarak ortaya çıkan her şey türün
yaşamının durağanlığının, sabitliğinin bir parçası. Demin dediğim gibi evrim
yok. Bağlamımız bu.
İlk fark ettiğim şey: Bir canlının yaşamındaki tüm etkinlikler
aynıdan aynıya gidiyor: yemek yiyebilen canlı bir anda yemek yemeye başlıyor,
görebilen canlı bir anda gözlerini açıyor ve görmeye başlıyor, hareket edebilen
canlı bir anda kollarını bacaklarını oynatıyor, hareket etmeye başlıyor… O
zaman düşünebilen canlı da bir anda düşünmeye başlıyor. Demin hiçbir şey
düşünmüyordum, şimdi düşünüyorum, düşünebilme yetisi bende olduğuna göre
aynıdan aynıya gidiyorum. Peki yeni bir şey düşünemez miyim, daha önce hiç
düşünmediğim bir şey? Daha önce hiç bilmediğim bir şeyi şimdi öğrenmeye başlayamaz
mıyım? Japonca bilmiyordum, Japonca öğrenmeye başlıyorum, Japonca bilmemekten
Japonca bilmeye doğru gidiyorum. Yani aynıdan aynıya değil, karşıttan karşıta.
Japonca bilen ama şu an Japonca konuşmayan biri bir anda Japonca konuşmaya
başladığında aynıdan aynıya gidiyor, Japonca konuşabilmekten Japonca konuşmaya.
Ama hiç Japonca bilmeyen biri Japonca öğrenmeye başladığında karşıttan karşıta
gitmiyor mu? Bilmemekten bilmeye. Aristo birçok kez cehaletle bilginin
birbirine karşıt olduğunu söylüyor zaten. Üstelik öğrenebildiğimiz şeyler
sadece teorik bilgilerle sınırlı değil. Erdemli olmayı da öğreniyoruz, mutlu
olmayı da öğreniyoruz. Erdemsizlikten, daha doğrusu erdemin yokluğundan
erdemliliğe geçiyoruz, mutluluk yokluğundan mutluluğa geçiyoruz. Karşıttan
karşıta.
Elbette
Japonca öğrenmem için Japonca öğrenebilecek bir canlı olmam gerek, erdemli ve
mutlu olmam için erdemli ve mutlu olabilecek bir canlı olmam gerek. Yani insan
olmam gerek. Görebilmekten görmeye gitmekle öğrenebilmekten öğrenmeye gitmek
benzer değil mi o zaman? Değil çünkü görebilmekten görmeye gitmek daha çok
Japonca konuşabilmekten Japonca konuşmaya geçmeye ya da uyumakta olan mutlu ve
erdemli bir insanın uyanmasına benziyor. Japoncayı ya da erdemliliği öğrenmeye
benzemiyor. Öğrenebilmekten öğrenmeye geçmek aynıdan aynıya değil karşıttan
karşıta giden bir hareket. Öğrenebilen bütün canlılar, insanlar, maymunlar,
köpekler vb. öğrenirken hayatlarına yeni bir şey katıyorlar. Daha önce hiç
sahip olmadıkları bir şey. Öğrenmek kendine sığmamanın bir biçimi. (Platon
belki de bu sorunla karşılaşmamak için Menon
diyalogunda öğrenmenin aslında anımsamak olduğunu söylüyordu: yeni bir şey
öğrenmiyoruz, zaten bildiğimiz ama bir şekilde unuttuğumuz bir şeyi
anımsıyoruz.)
İkinci fark ettiğim şey: Öğrenmek öğrenebilen canlıların yaşamına
yenilik katıyor, karşıttan karşıta giden hareketler katıyor. Ama bu da daha
geniş ölçekte düşünüldüğünde durağanlık dediğim şeye indirgenemez mi? Japonca
öğrenebilmem için Japonca diye bir dilin zaten benden bağımsız olarak var
olması gerek. Japonca benim hayatımda bir yenilik, ama daha geniş ölçekte zaten
var olan, durağan bir şey. (Aristo’ya göre, türler evrim geçirmediği gibi
diller de evrim geçirmiyor büyük olasılıkla. Gerçi buna bir ölçüde itiraz etmek
mümkün, ama şimdi bu itirazlara dalıp konuyu dağıtmayalım. Diyelim ki Aristo’ya
göre diller evrim geçirmiyor.) Aynı şekilde erdemli ve mutlu olmayı
öğrenebilmem için benden bağımsız olarak erdemli ve mutlu olan başka insanların
olması gerek. Onların erdemine baka baka, onların mutluluğuna baka baka erdemli
ve mutlu olmayı öğreniyorum. Zaten Aristo da bir kişinin erdemli olabilmesi
için erdemli bir ortamda, erdemli bir devlette yaşaması gerektiğini söylüyor. Dağ
başında tek başıma yaşayarak erdemi ve mutluluğu öğrenemem Aristo’ya göre, kötü
yönetilen bir devlette de yine bunları öğrenemem.
O
zaman yenilik sandığımız şey aslında yenilik falan değil. Öğrenen açısından
yeni olan şey öğreten açısından yeni değil. Tıpkı yaşamsal yetilerin,
beslenebilmenin, algılayabilmenin, hareket edebilmenin… ana-babadan dünyaya
gelen bireye aktarılması gibi bilgi de bilenden bilmeyene, öğretenden öğrenene
aktarılıyor. Aristo cephesinde yine yeni bir şey yok.
Üçüncü fark ettiğim şey: İyi de kendi kendimize öğrendiğimiz şeyler
yok mu? Başka birinin yardımı olmadan fark ettiğimiz şeyler, ilk kez bizim
bulduğumuz şeyler… Bir insanın yenilendiğini, kendini aştığını hissettiği,
aldım başımı gidiyorum dediği anlar bir şey keşfettiği, bir şeyi ilk kez
bulduğu (ya da bulduğunu sandığı) anlar değil mi? Ben bulmasam kimsenin bundan
haberi olmayacaktı, aldım başımı gidiyorum işte bir karşıttan bir karşıta doğru…
İşler
burada karışmaya başlıyor. Öğrenmenin ne demek olduğunu anlamak zaten zor, bir
şeyi ilk kez bulmayı anlamak daha da zor. İlk kez bulduğumuzu düşündüğümüz
şeylerin hepsi zaten başkalarının çoktan fark ettiği, bildiği şeyler olamaz mı?
Bir şeyi ilk kez bulduğumuz duygusu bir yanılgıdan mı ibaret? Böyle olması pek
mümkün görünmüyor ama böyle bile olsa ne değişir? Başkalarının zaten bildiği
bir şeyi kendi başıma bulmamla kimsenin bilmediği bir şeyi kendi başıma bulmam
arasında ne fark var? Birincisi daha kolay, ikincisi daha zor gibi. Birincisini
herkes biraz yapıyor, ikincisini başarabilenlere daha az rastlanıyor. Ama
birincinin olabilmesi ikincinin de olabileceğini göstermiyor mu? Bilinen bir
şeyi kendi başıma bulabiliyorsam bilinmeyen bir şeyi de kendi başıma
bulabilirim. Zaten Aristo da bu durumu kabul ediyor kısmen. Metafizik’in ilk kitabının hemen
başlarında Mısır’da matematiğin nasıl doğduğundan söz ediyor örneğin. Daha önce
olmayan bir bilgi türü keşfediliyor, Mısırlılar ilk kez matematik diye bir şey
buluyorlar.
Ama
mesele aslında daha karmaşık. Kimsenin bilmediği bir şeyi ilk kez bulduğumuzda
da yeni bir şey bulduğumuzu söylemek bir bakıma yanlış olabilir. Aristo
bilginin, tam anlamıyla bilginin, bilimsel denebilecek bilginin konusunun
evrensel şeyler olduğunu düşünüyor. Matematiğin konusu evrensel. Doğa biliminin
konusu evrensel. Hatta etiğin konusu bile bir yere kadar evrensel. Tekil şeyler
hakkındaki bilgilerimiz ise durumdan duruma değişebilecek, güvenilmez bilgiler.
Elbette evrensel bilgiler de tekil şeylerden soyutlanarak elde ediliyor,
çıkarım yoluyla, tekil şeylerden çıkarılarak. O halde tekil şeyler hakkındaki
bilgiler de tümel şeyler hakkındaki bilgiler de aslında tekil şeylerle
ilişkimize dayanıyor. Ama tekille kurulan iki farklı ilişki biçimi var: tümel
bilgi tekillere bakarken evrenseli arıyor, oysa tekil bilgi tekilin sadece
tekilliğiyle ilgileniyor. Tek bir köpek hakkındaki tekil bilgimle köpeklere
baka baka ulaşmaya çalıştığım köpek hakkındaki genel bilgi arasında büyük fark
var. İkincisinde köpekteki evrenseli arıyorum.
Bir
şeyi ilk kez bulan biri tam ne yapmış oluyor bu durumda? Evrensel şeyleri daha
önce hiç kimse bulmamış olsa bile onlar bizden bağımsız olarak varlarsa,
tekillerde bizi bekliyorlarsa o zaman aslında ilk bulan yeni bir şey bulmuyor, olanı
buluyor. Pythagoras Pythagoras teoremini bulmadan önce de Pythagoras teoremi
zaten bir anlamda var değil mi? Henüz keşfedilmemiş ama var. Teorem
keşfedilmemiş bir kıta gibi Pythagoras’ı bekliyor. (Belki de bu nedenle Platon
öğrenmenin aslında anımsamak olduğunu söylüyordu.) O zaman teoremi Pythagoras
bulmasaydı bile başka biri kesin bulacaktı. Kendine sığmayan bir evren değil,
kendine sığan, durağan, yavaş yavaş keşfettiğimiz bir evren. İlk bulan
ölçeğinde yeni, evren ölçeğinde durağan. İlk bulan karşıttan karşıta gidiyor,
evren aynıdan aynıya.
Daha
zor bir örneğe bakalım. Evrenselle tekilin iç içe geçtiği bir duruma. Diyelim
ki Pythagoras teoremini Pythagoras bulmasaydı da başkası zaten bulacaktı. Peki
Sophokles tragedyalarını yazmasaydı başka biri aynı tragedyaları yazabilecek
miydi? Yazamayacaktı büyük olasılıkla, çünkü Sophokles’in tragedyalarında
Sophokles’e özgü olan, başka kimsede olamayacak tekillikler var. O halde başka
biri aynı tragedyaları yazamaz. Ama tragedya yazabilir. Tragedyada evrensel bir
şeyler olduğu ölçüde (ki Aristo’ya göre var) başkaları da tragedya yazabilir.
Tragedyalar yazılmadan önce de tragedya diye bir şey yazılmayı bekliyor. Yazardan
yazara tragedyadaki tekillikler değişecek, ama tragedyanın özü aynı kalacak.
Yazılan her tragedyanın taşıdığı yenilik yazarın tekilliğiyle sınırlı,
tragedyanın özüne ilişkin değil.
Tamamen
tekil durumlar olamaz mı? Hiçbir tümel yön barındırmayan salt tekillik
düzeyinde olsa bile evrenin durağanlığını aşamaz mıyım? Aristo’nun evreninde
bunu yapamam büyük olasılıkla. Aristo varlıkların iki yönü olduğunu söylüyor:
madde ve form. Madde varlığın tekil yönü, form varlığın tümel yönü. Her bir
köpek maddi yönü sayesinde diğer tüm köpeklerden farklı, formu sayesinde de
diğer tüm köpeklerle aynı. Aristo’nun evreninde tam anlamıyla yeni bir şey
ortaya çıkabilmesi için formsuz bir maddenin (ya da yeni formların) olması
gerekirdi. Yok. Her hasta hastalığı kendince yaşıyor, ama herkesin yaşadığı
hastalık aynı. Her aşık aşkı kendince yaşıyor, aşk aynı. Her yoksul farklı,
yoksulluk aynı. Öfkeliler, intikamcılar farklı, öfke aynı, intikam aynı…
Yenilik tümeli yaşayışımızdaki tekillikten ibaret.
Son
söz: Diogenes Laertios Thales hakkında şunları söylüyor: “Bazılarına göre, ki
aralarında ozan Khoirilos da vardır, ruhun ölümsüz olduğunu söyleyen ilk kişi o
olmuş. Bir gündönümünden ötekine geçişi de ilk bulan odur, ve kimilerine göre
güneşin büyüklüğünü [güneş çemberinin] yedi yüz yirmide biri olarak, [aynı şekilde ayın büyüklüğünü de] ay çemberinin yedi yüz yirmide biri
olarak göstermiştir. Ayın son gününe ‘otuzuncu gün’ adını ilk o vermiştir. Kimilerine
göre de doğa üzerine konuşan ilk kişi o olmuş. Aristoteles ile Hippias onun
mıknatıs ve kehribarı kanıt göstererek cansız şeylere can yakıştırdığını
söylerler. Pamphile onun Mısırlılardan geometriyi öğrenip çember içine bir dik
üçgen çizen ilk kişi olduğunu ve bir sığır kurban ettiğini söyler” (Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri,
I, 24, çev. Candan Şentuna).
Bilgiler için çok teşekkür ederim. Ayrıca Aristo'nun "öz" yani "form" dediği şeyi ve akılla ilgili düşüncelerini paylaşmanızı istirham ederim.
YanıtlaSil