30 Ağustos 2012 Perşembe

İlk Bulan



Aristo okurken bir şey fark ettim, sonra başka bir şey daha fark ettim, sonra başka bir şey daha. Ama bunların ne olduğunu söylemeden önce bağlamın ne olduğunu söyleyeyim.
Bağlam: Aristo’nun evreni birçok bakımdan bizim evrenimizden farklı. Aristo’nun evreni sonlu bir evren, bizim evrenimiz sonsuz, en azından sınırları belirsiz bir evren; Aristo’nun evreni kusursuz bir evren, bizim evrenimiz kusurlu ya da kusursuz değil, öyle bir evren; Aristo’nun evreninin merkezinde yeryüzü var, bizim evrenimizin merkezi yok… Bu saydıklarımın ve bunlara benzeyen başka farkların ardında yatan önemli bir fark daha var ama. Aristo’nun evreni durağan denebilecek bir evren: orada hiç yeni bir şey olmuyor, canlılar evrim geçirmiyor, tarih ilerlemiyor, gelişme, genişleme yok. Varlık kendine yetiyor, kendine sığıyor, kendini aşmıyor, yenilenmiyor. Bizim evrenimizse sürekli değişim içinde, yenilenme içinde. Bizim evrenimizin gerçeği Dağlarca’nın sığmazlık gerçeği dediği şey.
Aristo’nun evreninin durağan olduğunu söyledim, bundan tam ne anladığımı açmaya çalışayım. Tabii ki Aristo’nun evreninde de değişme ve hareket var. Durağanlıktan kastettiğim şey hareketsizlik değil. Ama Aristo’nun anladığı hareket daha üst düzeyde, daha geniş ölçekte, durağanlıkla çelişmeyen bir hareket. Aristo’ya göre iki çeşit hareket var: karşıttan karşıta giden hareketler, aynıdan aynıya giden hareketler. Aynıdan aynıya giden bir hareket zaten tanım gereği durağanlık içermek zorunda. Bu tür hareketler bir yapabilmenin yapmaya dönüşmesinden, bir yetinin, yeteneğin, gücün, kapasitenin gerçekleşmesinden ibaretler. Tamamlanmış, sağlıklı bir hayvanda görebilme yetisi var. Bu yeti hayvan uyanıkken de var, uykudayken de. Hayvan uyanınca görebilme yetisi görmeyi sağlıyor. Aynıdan aynıya gidiyoruz: görebilmekle görmek bir anlamda aynı. Karşıttan karşıta giden hareketler ise kısmen yeni şeylerin ortaya çıkmasına izin veriyor. Örneğin sıcak ve soğuk birbirine karşıt nitelikler, sıcak bir şey soğurken, soğuk bir şey ısınırken karşıttan karşıta gidiyoruz. Demin sözünü ettiğimiz yapabilmelerin, yetilerin, güçlerin ortaya çıkışı da böyle karşıttan karşıta giden hareketlerle oluyor. Yapabilmesi olmayan bir şey yapabilme kazanıyor, görebilme gücü olmayan bir şey organizmanın gelişiminin belli bir aşamasında görebilme gücü kazanıyor. Görebilme gücünün olmaması bu gücün olmasına karşıt. Canlıların oluşum süreci tamamen böyle karşıttan karşıta giden hareketlerle dolu. Ama burada da daha üst düzeyde yine durağanlık var. Çünkü dünyaya gelen bir bireyde yeni olan özellikler, aslında o bireyi dünyaya getiren ana-babada zaten mevcut. Hayvanın görebilmeye başlamasının sebebi aynı türe ait başka görebilen hayvanların ondan önce zaten var olması. Özetle, aynı tür içinde bireyden bireye aktarılan özellikler karşıttan karşıta giden hareketlerle ortaya çıkıyor, bireyin yaşamındaki etkinlikler ise aynıdan aynıya giden hareketler. Bireyin yaşamında yenilik olarak ortaya çıkan her şey türün yaşamının durağanlığının, sabitliğinin bir parçası. Demin dediğim gibi evrim yok. Bağlamımız bu.
İlk fark ettiğim şey: Bir canlının yaşamındaki tüm etkinlikler aynıdan aynıya gidiyor: yemek yiyebilen canlı bir anda yemek yemeye başlıyor, görebilen canlı bir anda gözlerini açıyor ve görmeye başlıyor, hareket edebilen canlı bir anda kollarını bacaklarını oynatıyor, hareket etmeye başlıyor… O zaman düşünebilen canlı da bir anda düşünmeye başlıyor. Demin hiçbir şey düşünmüyordum, şimdi düşünüyorum, düşünebilme yetisi bende olduğuna göre aynıdan aynıya gidiyorum. Peki yeni bir şey düşünemez miyim, daha önce hiç düşünmediğim bir şey? Daha önce hiç bilmediğim bir şeyi şimdi öğrenmeye başlayamaz mıyım? Japonca bilmiyordum, Japonca öğrenmeye başlıyorum, Japonca bilmemekten Japonca bilmeye doğru gidiyorum. Yani aynıdan aynıya değil, karşıttan karşıta. Japonca bilen ama şu an Japonca konuşmayan biri bir anda Japonca konuşmaya başladığında aynıdan aynıya gidiyor, Japonca konuşabilmekten Japonca konuşmaya. Ama hiç Japonca bilmeyen biri Japonca öğrenmeye başladığında karşıttan karşıta gitmiyor mu? Bilmemekten bilmeye. Aristo birçok kez cehaletle bilginin birbirine karşıt olduğunu söylüyor zaten. Üstelik öğrenebildiğimiz şeyler sadece teorik bilgilerle sınırlı değil. Erdemli olmayı da öğreniyoruz, mutlu olmayı da öğreniyoruz. Erdemsizlikten, daha doğrusu erdemin yokluğundan erdemliliğe geçiyoruz, mutluluk yokluğundan mutluluğa geçiyoruz. Karşıttan karşıta.
Elbette Japonca öğrenmem için Japonca öğrenebilecek bir canlı olmam gerek, erdemli ve mutlu olmam için erdemli ve mutlu olabilecek bir canlı olmam gerek. Yani insan olmam gerek. Görebilmekten görmeye gitmekle öğrenebilmekten öğrenmeye gitmek benzer değil mi o zaman? Değil çünkü görebilmekten görmeye gitmek daha çok Japonca konuşabilmekten Japonca konuşmaya geçmeye ya da uyumakta olan mutlu ve erdemli bir insanın uyanmasına benziyor. Japoncayı ya da erdemliliği öğrenmeye benzemiyor. Öğrenebilmekten öğrenmeye geçmek aynıdan aynıya değil karşıttan karşıta giden bir hareket. Öğrenebilen bütün canlılar, insanlar, maymunlar, köpekler vb. öğrenirken hayatlarına yeni bir şey katıyorlar. Daha önce hiç sahip olmadıkları bir şey. Öğrenmek kendine sığmamanın bir biçimi. (Platon belki de bu sorunla karşılaşmamak için Menon diyalogunda öğrenmenin aslında anımsamak olduğunu söylüyordu: yeni bir şey öğrenmiyoruz, zaten bildiğimiz ama bir şekilde unuttuğumuz bir şeyi anımsıyoruz.)
İkinci fark ettiğim şey: Öğrenmek öğrenebilen canlıların yaşamına yenilik katıyor, karşıttan karşıta giden hareketler katıyor. Ama bu da daha geniş ölçekte düşünüldüğünde durağanlık dediğim şeye indirgenemez mi? Japonca öğrenebilmem için Japonca diye bir dilin zaten benden bağımsız olarak var olması gerek. Japonca benim hayatımda bir yenilik, ama daha geniş ölçekte zaten var olan, durağan bir şey. (Aristo’ya göre, türler evrim geçirmediği gibi diller de evrim geçirmiyor büyük olasılıkla. Gerçi buna bir ölçüde itiraz etmek mümkün, ama şimdi bu itirazlara dalıp konuyu dağıtmayalım. Diyelim ki Aristo’ya göre diller evrim geçirmiyor.) Aynı şekilde erdemli ve mutlu olmayı öğrenebilmem için benden bağımsız olarak erdemli ve mutlu olan başka insanların olması gerek. Onların erdemine baka baka, onların mutluluğuna baka baka erdemli ve mutlu olmayı öğreniyorum. Zaten Aristo da bir kişinin erdemli olabilmesi için erdemli bir ortamda, erdemli bir devlette yaşaması gerektiğini söylüyor. Dağ başında tek başıma yaşayarak erdemi ve mutluluğu öğrenemem Aristo’ya göre, kötü yönetilen bir devlette de yine bunları öğrenemem.  
O zaman yenilik sandığımız şey aslında yenilik falan değil. Öğrenen açısından yeni olan şey öğreten açısından yeni değil. Tıpkı yaşamsal yetilerin, beslenebilmenin, algılayabilmenin, hareket edebilmenin… ana-babadan dünyaya gelen bireye aktarılması gibi bilgi de bilenden bilmeyene, öğretenden öğrenene aktarılıyor. Aristo cephesinde yine yeni bir şey yok. 
Üçüncü fark ettiğim şey: İyi de kendi kendimize öğrendiğimiz şeyler yok mu? Başka birinin yardımı olmadan fark ettiğimiz şeyler, ilk kez bizim bulduğumuz şeyler… Bir insanın yenilendiğini, kendini aştığını hissettiği, aldım başımı gidiyorum dediği anlar bir şey keşfettiği, bir şeyi ilk kez bulduğu (ya da bulduğunu sandığı) anlar değil mi? Ben bulmasam kimsenin bundan haberi olmayacaktı, aldım başımı gidiyorum işte bir karşıttan bir karşıta doğru…
İşler burada karışmaya başlıyor. Öğrenmenin ne demek olduğunu anlamak zaten zor, bir şeyi ilk kez bulmayı anlamak daha da zor. İlk kez bulduğumuzu düşündüğümüz şeylerin hepsi zaten başkalarının çoktan fark ettiği, bildiği şeyler olamaz mı? Bir şeyi ilk kez bulduğumuz duygusu bir yanılgıdan mı ibaret? Böyle olması pek mümkün görünmüyor ama böyle bile olsa ne değişir? Başkalarının zaten bildiği bir şeyi kendi başıma bulmamla kimsenin bilmediği bir şeyi kendi başıma bulmam arasında ne fark var? Birincisi daha kolay, ikincisi daha zor gibi. Birincisini herkes biraz yapıyor, ikincisini başarabilenlere daha az rastlanıyor. Ama birincinin olabilmesi ikincinin de olabileceğini göstermiyor mu? Bilinen bir şeyi kendi başıma bulabiliyorsam bilinmeyen bir şeyi de kendi başıma bulabilirim. Zaten Aristo da bu durumu kabul ediyor kısmen. Metafizik’in ilk kitabının hemen başlarında Mısır’da matematiğin nasıl doğduğundan söz ediyor örneğin. Daha önce olmayan bir bilgi türü keşfediliyor, Mısırlılar ilk kez matematik diye bir şey buluyorlar.
Ama mesele aslında daha karmaşık. Kimsenin bilmediği bir şeyi ilk kez bulduğumuzda da yeni bir şey bulduğumuzu söylemek bir bakıma yanlış olabilir. Aristo bilginin, tam anlamıyla bilginin, bilimsel denebilecek bilginin konusunun evrensel şeyler olduğunu düşünüyor. Matematiğin konusu evrensel. Doğa biliminin konusu evrensel. Hatta etiğin konusu bile bir yere kadar evrensel. Tekil şeyler hakkındaki bilgilerimiz ise durumdan duruma değişebilecek, güvenilmez bilgiler. Elbette evrensel bilgiler de tekil şeylerden soyutlanarak elde ediliyor, çıkarım yoluyla, tekil şeylerden çıkarılarak. O halde tekil şeyler hakkındaki bilgiler de tümel şeyler hakkındaki bilgiler de aslında tekil şeylerle ilişkimize dayanıyor. Ama tekille kurulan iki farklı ilişki biçimi var: tümel bilgi tekillere bakarken evrenseli arıyor, oysa tekil bilgi tekilin sadece tekilliğiyle ilgileniyor. Tek bir köpek hakkındaki tekil bilgimle köpeklere baka baka ulaşmaya çalıştığım köpek hakkındaki genel bilgi arasında büyük fark var. İkincisinde köpekteki evrenseli arıyorum.
Bir şeyi ilk kez bulan biri tam ne yapmış oluyor bu durumda? Evrensel şeyleri daha önce hiç kimse bulmamış olsa bile onlar bizden bağımsız olarak varlarsa, tekillerde bizi bekliyorlarsa o zaman aslında ilk bulan yeni bir şey bulmuyor, olanı buluyor. Pythagoras Pythagoras teoremini bulmadan önce de Pythagoras teoremi zaten bir anlamda var değil mi? Henüz keşfedilmemiş ama var. Teorem keşfedilmemiş bir kıta gibi Pythagoras’ı bekliyor. (Belki de bu nedenle Platon öğrenmenin aslında anımsamak olduğunu söylüyordu.) O zaman teoremi Pythagoras bulmasaydı bile başka biri kesin bulacaktı. Kendine sığmayan bir evren değil, kendine sığan, durağan, yavaş yavaş keşfettiğimiz bir evren. İlk bulan ölçeğinde yeni, evren ölçeğinde durağan. İlk bulan karşıttan karşıta gidiyor, evren aynıdan aynıya.    
Daha zor bir örneğe bakalım. Evrenselle tekilin iç içe geçtiği bir duruma. Diyelim ki Pythagoras teoremini Pythagoras bulmasaydı da başkası zaten bulacaktı. Peki Sophokles tragedyalarını yazmasaydı başka biri aynı tragedyaları yazabilecek miydi? Yazamayacaktı büyük olasılıkla, çünkü Sophokles’in tragedyalarında Sophokles’e özgü olan, başka kimsede olamayacak tekillikler var. O halde başka biri aynı tragedyaları yazamaz. Ama tragedya yazabilir. Tragedyada evrensel bir şeyler olduğu ölçüde (ki Aristo’ya göre var) başkaları da tragedya yazabilir. Tragedyalar yazılmadan önce de tragedya diye bir şey yazılmayı bekliyor. Yazardan yazara tragedyadaki tekillikler değişecek, ama tragedyanın özü aynı kalacak. Yazılan her tragedyanın taşıdığı yenilik yazarın tekilliğiyle sınırlı, tragedyanın özüne ilişkin değil.
Tamamen tekil durumlar olamaz mı? Hiçbir tümel yön barındırmayan salt tekillik düzeyinde olsa bile evrenin durağanlığını aşamaz mıyım? Aristo’nun evreninde bunu yapamam büyük olasılıkla. Aristo varlıkların iki yönü olduğunu söylüyor: madde ve form. Madde varlığın tekil yönü, form varlığın tümel yönü. Her bir köpek maddi yönü sayesinde diğer tüm köpeklerden farklı, formu sayesinde de diğer tüm köpeklerle aynı. Aristo’nun evreninde tam anlamıyla yeni bir şey ortaya çıkabilmesi için formsuz bir maddenin (ya da yeni formların) olması gerekirdi. Yok. Her hasta hastalığı kendince yaşıyor, ama herkesin yaşadığı hastalık aynı. Her aşık aşkı kendince yaşıyor, aşk aynı. Her yoksul farklı, yoksulluk aynı. Öfkeliler, intikamcılar farklı, öfke aynı, intikam aynı… Yenilik tümeli yaşayışımızdaki tekillikten ibaret.   

Son söz: Diogenes Laertios Thales hakkında şunları söylüyor: “Bazılarına göre, ki aralarında ozan Khoirilos da vardır, ruhun ölümsüz olduğunu söyleyen ilk kişi o olmuş. Bir gündönümünden ötekine geçişi de ilk bulan odur, ve kimilerine göre güneşin büyüklüğünü [güneş çemberinin] yedi yüz yirmide biri olarak, [aynı şekilde ayın büyüklüğünü de] ay çemberinin yedi yüz yirmide biri olarak göstermiştir. Ayın son gününe ‘otuzuncu gün’ adını ilk o vermiştir. Kimilerine göre de doğa üzerine konuşan ilk kişi o olmuş. Aristoteles ile Hippias onun mıknatıs ve kehribarı kanıt göstererek cansız şeylere can yakıştırdığını söylerler. Pamphile onun Mısırlılardan geometriyi öğrenip çember içine bir dik üçgen çizen ilk kişi olduğunu ve bir sığır kurban ettiğini söyler” (Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, I, 24, çev. Candan Şentuna).

1 yorum:

  1. Bilgiler için çok teşekkür ederim. Ayrıca Aristo'nun "öz" yani "form" dediği şeyi ve akılla ilgili düşüncelerini paylaşmanızı istirham ederim.

    YanıtlaSil