Platon diyaloglar yazıyor. Platon
diyaloglar yazarak felsefe yapan bir filozof. Diyaloglar boyunca Sokrates
gençlerle, sofistlerle, başka filozoflarla… tartışıyor. Erdem nedir? Güzellik
nedir?... Kölenin erdemi, kadının erdemi… Artık ne dediğimi ben de bilmiyorum
Sokrates… Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğim…
Bu tartışmalardan Platon’un
kendisinin ne düşündüğünü çıkarmak oldukça zor. Platon kendi görüşlerini
Sokrates’in ağzından mı aktarıyor? Olabilir, diyelim ki bazı diyaloglar için
Platon’u Sokrates’le özdeşleştirmek mümkün. Sokrates neyi savunuyorsa Platon da
onu savunuyor olsun. Ama diyalogların önemli bir kısmında Sokrates belli bir
görüşü falan savunmuyor. Sorular soruyor, yanıtları eleştiriyor,
savunulabilecek fikirlerin zayıflıklarını gösteriyor, ama kendi adına bir tez
öne sürmüyor.
Bu tür güçlükleri azaltmak,
diyalogların okunmasını kolaylaştırmak için metinleri sınıflandırmak yaygın
başvurulan bir yol. Çeşit çeşit sınıflandırma var. Platon’un gençliğinde yazdığı
tahmin edilen, hiçbir tezin sonuna kadar savunulmadığı bir grup diyalog da bu
çerçevede aporetik (çıkışsız) diyaloglar sınıfına dahil ediliyor. Senaryo şu: Platon
gençliğinde henüz kafası karışık olduğu için aporetik diyaloglar yazmış,
İdealar kuramını ortaya koyana dek felsefi bocalamalarını bu diyaloglara yansıtmış,
sonra kendi felsefesini geliştirince olgunluk diyaloglarında o felsefeyi
Sokrates’in ağzından anlatmaya başlamış… Daha karmaşık senaryolar da
yazılabilir: yarı aporetik yarı çözüme giden orta dönem diyalogları, geçiş
dönemi diyalogları, yaşlılık diyalogları gibi dönemler ayırt edilir… Kısacası diyalogların
bütününü, her biri Platon’un felsefi gelişiminin bir aşamasına karşılık gelecek
şekilde üç dört sınıfa ayırmak mümkün. Sokrates’in hiçbir şey savunmadığı,
sorular sormakla yetindiği diyaloglar da bu sınıflandırmalara göre Platon’un
gelişiminin ilk aşamasını, onun gençlik dönemini yansıtacak elbette.
Bu kronolojik okumalar doğru ya da
yanlış olabilir. Ama bu tür sınıflandırmaların yapaylığını, gençlik
diyaloglarıyla olgunluk diyaloglarını birbirinden ayırmanın zorluklarını kabul
etsek bile aporetik diye sınıflandırılabilecek bir diyalog türü olduğu açık.
Bunlar hiçbir yere varmayan tuhaf diyaloglar. Her birinde farklı bir konu
tartışılsa da aporetik diyaloglarda aslında hep aynı şey oluyor; bu diyalogların
hiçbir yere varmama tarzları birbirine çok benziyor. Hatta bu benzerliklere
biraz dikkat ederek bir “aporetik diyalog” şeması çıkarmak mümkün:
1) Sokrates karşısındaki kişiye sorular
soruyor (“erdem nedir?”, “güzellik nedir?” ),
2) karşıdaki kişi önce yanıt
verebileceğini düşünüyor (kölenin erdemi…),
3) sonra deneye yanıla, yeterli bir
yanıt bulmanın sandığından çok daha zor olduğunu anlıyor (artık ne dediğimi ben
de bilmiyorum),
4) en sonunda da hakkında tartışılan
konuda hiçbir şey bilmediğini kabullenerek pes ediyor (tek bildiğim…).
Bu hiçbir yere varmayan diyaloglar ne
işe yarıyor peki? Platon diyaloglarının bütününe ilişkin kapsayıcı bir okuma
çerçevesinde bu soruya yanıt getirmeye çalışabiliriz. Örneğin, diyebiliriz ki
aporetik diyaloglarla başlayan araştırma Menon
diyaloguyla birlikte ilk kez bir senteze ulaşıyor. Gençlik diyaloglarındaki
güzellikle, cesaretle, dostlukla… ilgili sonuçsuz tartışmalar Menon’da anımsama teorisiyle yeni bir
zemin kazanıyor. Ya da Devlet’i
düşünelim. Devlet’in ilk kitabı adil
olmanın ne olduğunu araştırıyor ve tıpkı bir aporetik diyalog gibi çözümsüz
bitiyor. Ama ikinci kitaptan itibaren, bu çözümsüz tartışma yerini adım adım
ilerleyen, olumlu yanıtlar getiren uzun bir araştırmaya bırakıyor.
Bu tür kapsayıcı okumalar aporetik
diyalogları Platon’un öğretisi açısından kısmen anlamlı hale getirebilir. Bu
diyaloglara yansıyan Platon henüz araştırmanın başında olan, sorduğu sorulara
yanıt getiremeyen, nasıl yanıt getireceğini de bilemeyen genç bir filozof. Yine
de demin sorduğumuz soru geçerliliğini sürdürmüyor mu? Bu hiçbir yere varmayan
diyaloglar ne işe yarıyor? Neden genç bir filozof kafa karışıklığını sergilemek
için aporetik diyaloglar yazsın ki! Platon’un diyaloglar yazmaya başlamadan
önce somut, ikna edici sonuçlara, savunulabilir bir felsefi öğretiye ulaşmayı
beklemesi daha mantıklı olmaz mıydı? (Gençlik diyaloglarının Platon’un
görüşlerini değil tarihsel Sokrates’i, gerçek Sokrates’i yansıttığı da
savunulabilir. Ama bu durumda da sorumuz pek değişmiyor. Tarihsel Sokrates
hiçbir öğretiyi savunmuyorsa Platon onunla neden ilgileniyor, neden onu ilk diyaloglarının
temel karakteri haline getiriyor?)
Bu çıkışsız diyaloglara öğreti
açısından ya da içerik açısından baktığımız sürece onların ne işe yaradığını
anlamamız pek mümkün değil gibi görünüyor. Hiçbir öğretiyi savunmayan
diyaloglara öğreti açısından bakarsak ne bulabiliriz? O halde başka bir yol
izlememiz gerek. Aporetik diyalogları öğreti ya da içerik açısından değil,
yöntem açısından ele almamız gerek. Belki de bu diyaloglar felsefi bir öğretiyi
savunmak için değil, nasıl felsefe yapmak gerektiğini, felsefenin yönteminin ne
olması gerektiğini göstermek için yazılmıştır. Belki Platon bu çıkışsız
diyaloglarda içerik açısından negatif sonuçlara ulaşırken yöntem açısından
pozitif sonuçlara ulaşıyordur; bu türden diyalogların işi, işlevi
metodolojiktir belki.
Gerçekten de aporetik diyaloglara bu
gözle yeniden baktığımızda nasıl felsefe yapmamız gerektiğiyle ilgili birçok
şey öğrenmeye başlıyoruz. Hiçbir yere varmayan diyaloglar bizi belli bir yolda
yürümeye zorluyorlar aslında. Tıpkı mağara alegorisinde dışarıdan gelen meçhul
kişinin mağarada oturanlardan birini zorla dışarı çıkarması gibi, Sokrates bu
diyaloglarda bizi zorla belli bir felsefe yapma biçimine sürüklüyor. Aporetik
diyalogları okurken bizi saran ilk duygu zorlanma duygusu. Birisi bizi
sorularına yanıt vermeye zorluyor,
verdiğimiz yanıtları temellendirmeye zorluyor,
yeni yanıtlar bulmaya zorluyor…
Diyalogların sonunda baskın olan duygu ise yeniklik ve kafa karışıklığı.
Sokrates’in katılığı, beklentilerinin tavizsizliği karşısında pes ediyoruz.
Peki bu süreçten öğrendiğimiz şey ne? Sokrates bizi neyi öğrenmeye zorluyor? Aporetik
diyaloglar birçok yapısal benzerlik taşıdığı için bunları maddeler halinde
sıralayabiliriz:
1) İlk öğrendiğimiz şey felsefe yapma
etkinliğinin esasen bir temellendirme etkinliği olduğu. Bizden sorulan soruya
yanıt vermemiz beklenmiyor sadece, verdiğimiz yanıtı temellendirmemiz de
bekleniyor. Aklımıza gelen ilk yanıtı vererek Sokrates’ten kurtulamayız.
Buradaki temellendirme aşağı yukarı şöyle bir şey: karşı tarafın (ele aldığımız
durumda Sokrates’in) kabul edeceği öncüllerden yola çıkarak adım adım sorulan
soruya karşılık gelen yanıta ulaşmak. Hem öncüllerimizin ikna edici olması
gerek, hem de o öncüllerden sonuçlar çıkarma biçimimizin. Ancak bunu başarabilirsek
Sokrates yanıtımızı kabul edecek.
2) Felsefi tartışmada
temellendirmenin zorunlu olduğunu kabul ettiğimiz anda başka zorunluluklar da
ortaya çıkıyor. Bunların ilki ve belki en ilginci uzun konuşmama zorunluluğu.
Sokrates’in sorularına verdiğimiz yanıtlar monolog biçiminde olmamalı, diyalog
biçiminde olmalı. Neden? Çünkü temellendirme adım adım ilerleyen bir şey. Yanıtımızı
diyalog biçiminde geliştirdiğimizde karşı taraftan attığımız her adımı
onaylayıp onaylamadığını söylemesini bekliyoruz. Onaylarsa ilerlemeye devam
ediyoruz, onaylamazsa bu sefer neyi onaylamadığını söylemesini bekliyor,
itiraza göre argümanımızı gözden geçiriyoruz. Özetle, söylediklerimizin her
aşamada çürütülebilir olması zorunlu. Bu yüzden diyaloglarda Sokrates her
seferinde bir kişiyi seçip onunla adım adım ilerliyor. Oysa yanıtımızı monolog
biçiminde geliştirdiğimizde karşı tarafın adımlarımızı kontrol etmesini
engellemiş oluyoruz. Monologda zorlama yok, çürütülebilirlik yok. Kolayca hızlı
geçişler yapabiliriz, argümanımızdaki boşlukları gizleyebiliriz.
Sokrates’in sofistlerde eleştirdiği
şey temelde bu işte. Sofistler her konuda konuşup herkesi ikna edebiliyorlar,
çünkü monologları söylediklerinin temelsizliğinin görülmesini engelliyor. Onların
sözünü kesip itirazlar yöneltmemize, onları çürütmeye kalkmamıza izin
verilmiyor. Bu yüzden Sokrates sofistlerle de diyalog biçiminde konuşmaya
çalışıyor, onlarla konuşmaya başlamadan önce uzun monologlar yapmama konusunda
bir ön anlaşmaya varmayı öneriyor (örneğin Gorgias
diyalogunun başlarında ya da Protagoras’ta).
Sokrates’in mahkemede kendisini savunurken karşılaştığı güçlük de aynı. Mahkeme
Sokrates’ten kendisini monolog şeklinde savunmasını istiyor. Sokrates bu
konuşma biçiminin alışık olmadığı bir şey olduğunu söylüyor ve insanları ikna
edemeyeceğini baştan biliyor aslında. Çürütülebilir olmak ikna edici
olabilmenin koşulu çünkü Sokrates için. Platon’un sözü yazıdan üstün tutmasını
da bu açıdan değerlendirebiliriz bana kalırsa. Yazı belleği zayıflatmaktan çok
diyaloga izin vermediği için değersiz görülüyor aslında. Ama istisnalar mümkün
elbette: diyaloga açık bir yazı, monolog biçiminde ilerleyen bir söz mümkün.
Sofistler kitap gibi konuşuyorlar, Platon diyaloglar yazıyor.
3) Felsefe bir temellendirme etkinliği
olduğuna göre uzun konuşmalara özgü bazı alışkanlıkları da bir yana bırakmak
zorundayız. Metafor kullanmamalıyız, sözcük oyunu yapmamalıyız, belirsiz
ifadelerden kaçınmalıyız. Monologda belki işe yarayacak bu unsurlar diyalogda
sorun çıkaracaklar. Uzun bir konuşmada metafor kullanımı söylediklerimizin
etkileyiciliğini, dolayısıyla ikna ediciliğini arttırabilir. Ama soru-yanıt
biçiminde adım adım ilerleyen bir diyalogda metafor temellendirmenin bir adımı
olamaz. Aynı şekilde, attığımız her adımda karşı tarafın onaylamasını (ya da
itirazı varsa söylemesini) bekliyorsak sözcük oyunlarına, belirsiz ifadelere de
başvuramayız. Sırf sözcük oyununa dayalı geçişleri karşı taraf onaylamayacaktır
elbette, belirsiz ifadeleri de açıklamamız istenecektir kesin. Sokrates birçok
yerde karşısındakinden kullandığı sözcüklerden tam ne anladığını söylemesini
istiyor bu yüzden. O halde uzun konuşmaları akıcı ve güzel yapan unsurlar kısa
konuşmalarda engele dönüşecekler. Bu engellerden kurtulmalıyız.
4) Monologdan diyaloga geçerken
karşımıza çıkan bir başka zorunluluk da kendi adımıza konuşmak. Diyalog
yürütürken kendi adımıza konuşmak, söylediklerimizin sorumluluğunu üstlenmek
zorundayız. Her söylediğimiz çürütülebilir, her hamlemiz itirazla
karşılaşabilir. Bu durumu üstlenmemiz gerek. Pek çok diyalogda, özellikle genç
tartışmacılar Sokrates’in sorularına ünlü sofistlerden alıntılarla yanıt
veriyorlar. Ama bu onları Sokrates’in gazabından korumaya yetmiyor.
Temellendirme sırasında, ortaya atılan bir fikri kimin söylediğinin bir önemi
yok. O fikrin nasıl savunulduğu önemli. Yeni fikirler öne sürmek zorunda
değiliz elbette, başkasının fikirlerini de kullanabiliriz. Ama başkasını
alıntılarken bile kendi adımıza konuşmalıyız, o fikirden ne anladığımızı, hangi
dayanakları kullandığımızı adım adım göstermek zorundayız. Özel isimlerin
otoritesi felsefi bir diyalogda bize güç sağlamayacak.
Buraya dek söylenenlerden anlaşılıyor
ki Sokrates açısından felsefi tartışma bir entelektüel sohbet değil, herkesin
tatlı tatlı söz aldığı bir söz şöleni değil. Sohbeti felsefi tartışmadan ayıran
en büyük özellik sohbetlerde karşımızdakini ikna etmek gibi bir amaç
gütmememiz. Sohbet ederken amacımız güzel vakit geçirmek. Dolayısıyla Sokrates’in
kurallarına uymak zorunda değiliz artık. Nezaket sınırları içinde görece uzun
konuşabiliriz. Gevşek bir tema etrafında hikayeler anlatabilir, sürekli alıntılar
yapabilir, bunları metaforlarla süsleyebiliriz. Ama tartışmaya girmeyiz. Sohbet
sırasında karşımızdakini eleştirmeye, çürütmeye kalmak, ondan sözlerinin sorumluluğunu
üstlenmesini beklemek yersiz olur. Söz sırası bize geldiğinde yumuşak bir dille
söylenenlerin tersini söyleriz olur biter. Platon Şölen diyalogunda entelektüel sohbetin mükemmel bir örneğini
sunuyor zaten.
5) Aporetik diyaloglar bize ortak
öncüllerin önemini de gösteriyor. Temellendirmenin ve tartışmanın
başlayabilmesi için karşı tarafın da kabul ettiği ortak öncüller bulmalıyız.
Neden? Bize bir soru soruldu, biz de soruya yanıt verdik diyelim. Karşı taraf
yanıtımızı gerekçelendirmemizi bekliyor. Yanıtımız ulaşılması gereken bir hedef
aslında. Temellendirme ya da gerekçelendirme adım adım bu hedefe ulaşma yolu.
İlk adımımız da ortak öncüller. Yanıtımızı kabul etmeyen birine gel, önce şu
konuda anlaşalım demek zorundayız. Sonra: o konuda anlaştığımıza göre şu konuda
da anlaşıyoruz demektir, o zaman şunu da kabul edeceksin, şunu da, şunu da… Son
adımımız ise soruya verdiğimiz yanıt olacak. Elbette daha attığımız ilk adımda
tartışma çıkabilir, ortak öncülü bulamamış olabiliriz; o zaman daha geriden
tekrar başlamamız, ilk adımımızı temellendirecek daha temel bir öncül öne
sürmemiz gerekir. Ortak bir öncül bulunana kadar bu böyle gider. Bulunamazsa da
tartışma başlamadan biter.
Temellendirmenin ilk adımıyla, yani
ortak öncüllerin saptanmasıyla ilgili ilginç bir noktaya da işaret edelim. Bir
öncülün sınavı geçebilmesi ve ortak bir öncül olarak kabul edilebilmesi, meşru
bir ilk adım sayılabilmesi için karşı tarafın o öncülü kabul etmesi yeterli.
Ortak öncülümüz akla gelebilecek en saçma fikir ya da doğruluğunu asla
sınayamayacağımız bir önerme olabilir. Karşı tarafın onayını aldığımız sürece
sorun değil. O halde Sokratesçi yönteme bağlı kalarak tartıştığımızda
hedeflediğimiz şey aslında doğruluk değil tutarlılık. Çürütme de karşı tarafın
tezinin yanlışlığını göstermiyor, onun kendi kendiyle çeliştiğini, tutarsız
olduğunu gösteriyor. Belki çürütülen tez aslında doğrudur da ortak öncül
yanlıştır. Olamaz mı? Olabilir. (Vlastos’un yazılarında bu konuyla ilgili ayrıntılı
analizler var.)
6) Ortak öncülleri bulmadan önce daha
da temel bir şeyi yapmak zorundayız. Soruyu doğru anlamalıyız. Doğru
anlamalıyız ki yanıtımız soruya karşılık gelsin. Yanıt olarak önerilen şeyin
doğruluğundan ya da yanlışlığından söz etmiyorum, soruya karşılık gelmesinden
söz ediyorum. Yanıt olarak, doğru ama sorunun yanıtı olmayan bir düşünce de öne
sürebiliriz. Elbette kimse erdem nedir sorusuna güzelin ne olduğunu söyleyerek
yanıt vermez. Ama sorunun beklentilerini tam karşılamayan, daha dar bir yanıt
verebilir. Örneğin belli bir grubun, belli meslek sahiplerinin, belli
uğraşıların gerektirdiği erdem tiplerini öne çıkaran yanıtlar olabilir bunlar.
O zaman Sokrates ben sana devlet adamının, marangozun, kadının, kölenin
erdeminin ne olduğunu sormadım, erdemin kendisinin ne olduğunu sordum
diyecektir ister istemez. Kadının güzelliği, müziğin güzelliği ya da tanrıların
güzelliği değil, güzelin kendisi… Aporetik diyaloglar bu durumun çeşitli
örnekleriyle dolu.
7) Soruyu doğru anlamadan bile önce
çok daha temel bir şeyi de yapmak zorundayız ama. Neredeyse totolojik bir şey.
Yapmak zorunda olduğumuz şeyleri yapmak zorunda olduğumuzu, yoksa felsefi
tartışmanın işlevini kaybedeceğini kabul etmek zorundayız. Yani oyunun
kurallarına uyacağımızı, mızıkçılık yapmayacağımızı kabul etmek zorundayız.
Diyaloglarda bu tür mızıkçılar da çıkıyor Sokrates’in karşısına. En ünlü iki
örnek Kallikles ve Thrasymakhos. Bunlar çürütülseler bile ikna olmuyorlar,
köşeye sıkıştıklarını kabul etmiyorlar. Bu oyunbozanlığın yenilgiyi
kabullenememe gibi psikolojik sebepleri olabileceği gibi temellendirmenin
kendisini hedef alan daha felsefi sebepleri de olabilir. Psikolojik sebebi
ortadan kaldırmak için çürütülmenin bir yenilgi olmadığını görmeliyiz. Aporetik
diyaloglarda birçok kez söylendiği gibi hiçbir şey bilmediğini fark etmek
yanlış bilmekten daha ileri bir aşamadır. Dolayısıyla yenilgi duygusunun bir
süre için kaçınılmazlığına rağmen çürütülmek ilerlemek, daha ileri bir noktaya
ulaşmaktır aslında. Felsefi sebebi ortadan kaldırmak için felsefeye karşı
çıkarken de felsefe yaptığımızı, temellendirmeyi hedef almak için de bir
temellendirme yapmak gerektiğini söyleyebiliriz. (Ama bu klasik argüman
Kallikles gibi inatçı bir rakibi ikna etmeye yetmeyecektir.)
Aporetik diyalogları okuyanlar bu
söylediklerimin diyaloglarda olup bitenlere tam karşılık gelmediğini, bunların
bize diyalogların öğrettiği, olması gereken şeyler olduğunu fark etmişlerdir. Olması
gereken, tartışmacının Sokrates’in sorusuna yanıt vermesi, sonra da bir ortak
öncülden yola çıkarak adım adım yanıtını temellendirmesidir. Ama diyaloglarda
böyle olmuyor. Yanıtı veren kişi alışık olmadığı bir durumla karşılaştığı için
zorlanıyor. Kendi adına konuşmayı benimseyemiyor, yanıtını nasıl
temellendireceğini bilmiyor. O zaman Sokrates alıyor sözü ve bir çürütmeye
girişiyor. Çürütme sırasında izlenen yol da aynı. Sokrates ortak öncüllerden,
karşısındakinin de kabul ettiği öncüllerden yola çıkarak ona yanıtının
yanlışlığını ya da eksikliğini gösteriyor. Bu sefer, tartışmacı yeni bir yanıt
öneriyor ve aynı durum tekrarlanıyor. Sonunda da yanıtları tükenince tartışmacı
aslında bu konuda hiçbir şey bilmediğini kabulleniyor ve yerini bir başkasına
bırakıyor ya da diyalog çözümsüz biçimde sona eriyor.
Görüldüğü gibi, aporetik diyaloglar
öğreti ya da içerik düzeyinde bir şey savunmuyorlar, belli bir felsefe yapma
yöntemini savunuyorlar. Onların işlevi öğretisel değil yöntemsel. Sokrates’ten
önce nasıl felsefe yapıldığını düşünürsek önerilen yöntemin sadece sofistleri
değil, doğayla ilgilenen Sokrates-öncesi filozofları da hedef aldığını
söyleyebiliriz. Yukarıda sıraladığım maddeler bu yöntemin tüm boyutlarını
tüketmiyor büyük olasılıkla, aporetik diyalogları dikkatle okuyarak listemizi
genişletebiliriz. Ama Sokratesçi-Platoncu felsefi yöntemin ana hatlarıyla neye
benzediğini de görmüş oluyoruz. Bu maddelere tamamen yöntemsel olmayan, kısmen
içerikle de ilgili son bir madde daha ekleyebiliriz.
8) Aporetik diyaloglarda tartışmayı
başlatan sorular hep tanıma yönelik sorular. Erdem nedir, güzellik nedir demek
erdemin, güzelliğin tanımı nedir demek aslında. Bu nokta açıkça ele alınmasa da
diyalogları okurken temel felsefi sorunun x
nedir? biçiminde olması gerektiği izlenimine kapılıyoruz. Sokrates-öncesi
filozofların ele aldığı örneğin evren nasıl oluştu, evrenin başı sonu var mı
gibi tanıma yönelik olmayan sorular yeterince felsefi değiller mi o zaman?
Sokrates’in özellikle Phaidon diyalogunda
doğa araştırmaları hakkında söylediklerinden yola çıkarsak değillermiş gibi
görünüyor. (Bu arada, Aristo da temel felsefi soru biçiminin x nedir? olduğunda Platon’la hemfikirdi,
buna rağmen Aristo’nun doğa bilimi yapabilmesini sağlayan şey doğa biliminde de
aynı soru biçimini egemen kılmasıydı: evren nasıl oluştu yerine evren nedir, el
ayak nasıl oluştu yerine el, ayak nedir...) Peki yukarıda sıralanan maddeler
sadece tanıma yönelik soruların başlattığı tartışmalara ilişkin mi olmak
zorundalar? Değil büyük olasılıkla, çünkü doğrudan tanım arayışına odaklanmayan
diyaloglar da var, örneğin Kriton ve Küçük Hippias diyalogları.
Çok güzel bir yazı olmuş tebrik ederim.
YanıtlaSil