Aristo’nun ruhu tanımlamadan önce, töz, madde ve form, güç ve gerçekleşme kavramlarına, gerçekleşmenin iki anlamına kısaca değinen kavramsal bir giriş yaptığını gördük. Bu kavramsal hazırlık bölümünü yapılan ayrımların en azından bir kısmının şeylere uygulandığı olgusal bir hazırlık izliyor. Olgusal hazırlık dediğim pasajın çevirisi şöyle:
En çok cisimler tözmüş gibi görünüyor, bunların içinde de doğal olanlar: çünkü bunlar diğerlerinin ilkeleri. Doğal olanların içinde ise bazıları yaşama sahip, bazıları sahip değil: yaşamdan da kendi kendine beslenmeyle büyüme ve çürümeyi kastediyoruz. O halde yaşamdan pay alan her doğal cisim töz olsa gerek, bileşik tarzdaki töz. (412a 11-16)
Aristo kavramsal ayrımlar yaparken genelden özele doğru gidiyordu: 1) önce töz kategorisini diğer kategorilerden ayırmıştı, 2) sonra tözün üç anlamını (madde, form ve bileşik töz) sıralayarak daha az genel bir kavramsal düzeye ulaşmıştı, 3) sonra da maddeyle gücün, formla gerçekleşmenin aynı olduğunu söyleyerek 4) daha da özel bir ayrıma, gerçekleşmenin iki anlamı arasındaki ayrıma işaret etmişti (farklı kavramlar arasında denklik kuran 3 hariç, buradaki tüm ayrımlar özele yöneliyor; 3 de zaten 4’teki ayrımı yapmayı sağladığı için genel yönelimin dışında değil).
Şimdi Aristo kavramlardan şeylere yöneliyor, bir bakıma metafizikten ya da ontolojiden fiziğe, doğa bilimine geçiyor. Tıpkı kavramsal hazırlık gibi olgusal hazırlık da genelden özele gidiyor: Aristo önce genel olarak cisimlerden, ardından daha özel olarak doğal cisimlerden, sonunda daha da özel olarak canlılardan söz ediyor. Ayrıca şeyleri ya da cisimleri incelerken daha önce ayırt ettiği kavramları da kısmen onlara uygulamaya çalışıyor. Bu ilerleyişi daha yakından adım adım izleyelim:
1) Cisimler. Aristo kavramsal hazırlık çalışmasına töz kavramıyla başlamıştı, olgusal hazırlık çalışmasına da hangi olgunun töze karşılık geleceğini belirleyerek başlıyor. İlk cümle en çok cisimlerin töze benzediğini söylüyor. Bunun anlamı ne? Daha önce töz kategorisinin diğer kategorilerden bir tür ontolojik bağımsızlık sayesinde ayrıldığını görmüştük. Nitelik, nicelik vb. kategorilerden söz edebilmemiz için ele aldığımız niteliğe ya da niceliğe sahip bir tözü de varsaymamız gerekiyordu. Oysa diğer kategorilere gönderme yapmadan tek başına tözden söz etmemiz mümkündü. Örneğin bir renkten ya da uzunluktan söz ederken o rengin ya da uzunluğun belli bir şeyin, bir tözün, örneğin şu belli masanın rengi, uzunluğu olduğunu varsaymak zorundaydık. Oysa masanın kendisinden söz ederken onun rengini ya da uzunluğunu hesaba katmak zorunda değildik. Bu durumda “en çok cisimlerin tözmüş gibi görünmesi” anlaşılır bir şey. Masa bir cisim, oysa renk ya da uzunluk cisimsel olmayan bir varoluşa sahip. Töz diğer kategorilerin taşıyıcısı olduğuna göre, cisimler de cisimsel olmayan varoluşa sahip özellikleri taşıdıklarına göre töze en çok benzeyen, en çok töz gibi görünen olgunun cisimler olması mantıklı.
2) Doğal cisimler. Aristo bir adım daha atarak doğal cisimlerin diğer cisimlerden daha çok töz olduğunu söylüyor, “çünkü bunlar diğerlerinin ilkeleri”. Burada “diğerleri”nden kasıt doğal olmayan, yani teknik ya da yapay cisimler. Neden doğal cisimler teknik cisimlerden daha çok töz olsun? Bu sorunun yanıtı Aristo’nun Fizik adlı yapıtında saklı. Fizik’in ikinci kitabının başında doğal cisimler teknik cisimlerle karşıtlık içinde şu şekilde tanımlanıyor:
“bütün bunlar [yani doğal cisimler] doğal olarak oluşmamış olanlardan [teknik cisimlerden] farklı görünüyor. Çünkü bunların her biri kendi içinde bir hareket ve durağanlık ilkesine sahip. […] Oysa bir yatak, bir elbise ve ne olursa olsun buna benzer başka cins bir şey, bu kategori içinde bulunduğu ve tekniğin ürünü olduğu sürece hiçbir doğal değişme eğilimine [hormēn] sahip değil, bunlar ilineksel olarak, taştan ya da topraktan ya da bunların karışımlarından yapıldıkları için ve bu ölçüde [söz konusu eğilime]sahipler” (Fizik, II, 1, 192b 12-20).
Aristo bu zor pasajda doğayı bir hareket ve durağanlık ilkesi olarak tanımlıyor. Evrenin ay-altı kısmının yapıtaşları olan ateş, hava, su ve toprak, bunlardan oluşan cansız doğal cisimler, canlılar “kendi içlerinde bir hareket ve durağanlık ilkesine sahip.” Yani bunlar başka bir şey tarafından zorlanmasalar da kendi başlarına hareket edebiliyorlar ve durabiliyorlar. Canlıların doğal olarak hareket edebildiği ve durabildiği açık. Aristo, bizden farklı olarak, aynı şeyin cansız doğal cisimler için de geçerli olduğunu düşünüyor. Aristo’ya göre bir taş parçası serbest bırakıldığında (yerçekimi nedeniyle değil) kendi doğası uyarınca yere düşüyor, taş parçasında yere düşme ve yere ulaştığında durma eğilimi var. Aynı şekilde ateş doğal olarak kendiliğinden yükseliyor. Oysa yatak, elbise gibi teknik nesneler böyle bir eğilime sahip değiller. Bir teknik nesne, başka bir şey tarafından hareket ettirilmediği sürece olduğu yerde durmaktan başka bir şey yapamaz.
Ardından Aristo neden doğal cisimlerin teknik cisimlerden daha çok töz olduğunu anlamamızı sağlayacak önemli bir ayrım yapıyor. Aristo’ya göre teknik nesneleri iki açıdan ele almak mümkün: bunları tekniğin ürünleri olarak, teknik nesneler kategorisine ait şeyler olarak ele alabiliriz (burada kategori sözcüğü Aristotelesçi anlamda değil genel anlamda kullanılıyor. Söylenmek istenen şu: teknik nesneler teknik nesne kategorisi içinde ele alındıkları sürece doğal cisim olarak görülemezler.), ama ilineksel biçimde doğal cisimler olarak da ele alabiliriz. Teknik nesnelerin her biri doğal cisimlerin dönüştürülmesi, işlenmesi sonucunda elde ediliyor. Yatak yapmak için ağacı kesip biçmek, dönüştürmek gerek. Ama ağaçtan yatak ya da masa ürettiğimde tahta varlığını yatak ya da masa şeklinde sürdürmeye devam ediyor. O halde bileşenlerini göz önünde tuttuğumuzda teknik nesneler de bir bakıma doğallar. Başka bir deyişle, teknik nesneler doğal cisimlerden türemişler, onlara göre ikinciller.
Masa teknik nesne olarak alındığında bir hareket ve durağanlık ilkesine, yani doğaya sahip değil, ama ilineksel olarak, doğal bileşenleri açısından ele alındığında bir doğaya sahip. Teknik nesne olarak masanın hareket etmesi için birinin onu zorlaması, onun yerini değiştirmesi gerek, çünkü masanın doğası yok. Ama aynı masayı bir binanın tepesinden aşağı attığımızda masa zorlanmadan düşüyor, bunu sağlayan da doğal bileşenlerden yapılmış olması. Masa olarak masanın yerini değiştirebiliriz, ama binanın tepesinden yere düşen masa, masa olarak değil ölü bir ağaç olarak, tahta olarak, yani doğal olarak düşüyor.
Teknik cisimlerin neden tam anlamıyla töz olmadıklarını anlamaya başlıyoruz. Tözün ayırt edici özelliği bağımsız olarak, tek başına ele alınabilmesiydi. Teknik nesneler tam olarak bağımsız değiller, onları anlamak için maddi bileşenleri olan doğal cisimleri de hesaba katmamız gerek. Oysa doğal cisimleri kendi başlarına ele almak mümkün. Teknik nesnelerle doğal cisimler arasındaki bu tekyönlü bağımlılık ilişkisi doğal cisimlerin daha çok töz olması gerektiği sonucunu doğuruyor. Üstelik teknik nesnelerin bir ruhu olamayacağı da açık. Oysa Aristo bu pasajda genelden özele ilerlerken ruhun sınırlarını belirlemeye çalışıyor. Bu yüzden de teknik nesneleri araştırmasının dışında tutacak.
3) Canlı doğal cisimler. Aristo son olarak doğal cisimleri de canlı ve cansız olarak ikiye ayırıyor. Canlıyı cansızdan ayıran şey ne? Bu soru bize sorulmuş olsa büyük olasılıkla canlının cansızdan farklı olarak kendi kendine hareket edebildiğini söylerdik. Ama Aristo’nun doğayı bir hareket ve durağanlık ilkesi olarak tanımladığını gördük. Aristo’ya göre yalnız canlılar değil bir doğaya sahip her şey kendiliğinden hareket ediyor. Taş parçası kendiliğinden yere düşüyor. O halde Aristo canlıların hareket edebilmeleri sayesinde ayırt edilebileceğini söyleyemez. Öte yandan, hareketi dar anlamıyla, bir yerden bir yere, A noktasından B noktasına isteyerek gidebilme, yani ilerleme (poreia) olarak anlarsak taş parçası yere doğru ilerlemediği, yere düştüğü için sorun çözülmüş olur. Ama bu sefer de hareket edebilme yalnızca hayvanları diğer doğal cisimlerden ayırmaya yarar, bitkiler bu anlamda hareket edemedikleri için onların cansız olduğunu söylemek zorunda kalırız. Kısacası, canlıların ayırt edici özelliklerini dar ya da geniş anlamıyla hareketten bağımsız olarak ortaya koymak gerek.
Aristo canlının diğer doğal cisimlerden farklı olarak a) kendi kendine beslenebildiğini, b) büyüdüğünü ve c) çürüdüğünü söylüyor. Bu özellikler yalnızca canlılara mı ait gerçekten? Cansız şeylerin de bir anlamda beslendiği, bir anlamda büyüdüğü ve çürüdüğü söylenemez mi? Bu soruya tam bir yanıt verebilmek için üç özelliği tek tek ele almamız gerek.
a) Canlılar ancak beslenerek varlıklarını sürdürebilir, bu açık. Ama cansız şeyler de beslenemez mi? Örneğin Aristo Oluş ve Bozuluş Üzerine’de ateş öğesinin diğer öğeleri (toprak, su ve havayı) tüketerek beslendiğini söylüyor (II, 8, 335a 10-21). Ama bütün öğeler karşılıklı olarak birbirlerinden beslenmiyorlar, yalnız ateş diğer öğeleri ve onlardan oluşmuş cisimleri yakarak besleniyor: “su ateş için bir besin, ama ateş suyu beslemiyor” (Ruh Üzerine, II, 4, 416a 26-27). Orman yangınlarını düşünelim: ateş ormanı “yiyor” aslında. Üstelik Aristo canlıların sindirim yapabilmesini sağlayan şeyin yine ateş ya da vücutlarındaki sıcaklık olduğunu düşünüyor[1]. Ateşin ormanı yemesiyle bir canlının beslenmesi, vücuttaki sıcaklığın sindirimi sağlaması aynı şey mi o zaman? Elbette hayır. Aradaki en büyük fark ateşin doymak bilmemesi. Orman yangınını durdurmadığınız zaman, ateş tüm orman kül olana dek beslenmeyi sürdürür. Oysa canlılar gereksinim duydukları kadar besleniyorlar. Ayrıca vücuttaki sıcaklık besinlerin sindirim sırasında işlevsel biçimde ayrışmasını sağlayacak ölçüde yakıcı ya da ısıtıcı. Vücudumuzdaki ateş yediklerimizi yakıp kül etseydi beslenmek hiçbir işe yaramazdı. O halde canlıların beslenmesinin ayırt edici özelliği sınırlı, ölçülü, doymasını bilen bir beslenme olması (II, 4, 416a 9-18). Cansız şeylerin, en başta da ateşin beslenmesi ise bir bakıma metaforik, işlevsiz bir beslenme[2].
b) Canlıların ikinci özelliği büyümeleri. Cansız şeyler büyüyemez mi? Yarısı su dolu bir bardağı tümüyle doldurduğumda su bir anlamda büyümüş olmuyor mu? Aristo canlıların büyümesinin kendine özgü yanını şu şekilde anlatıyor: canlılar “aşağıya doğru büyümeksizin [yalnız] yukarıya doğru büyümüyorlar, ama eşit biçimde her iki taraftan ve her taraftan büyüyorlar ve besin alabildikleri sürece hep besleniyor ve sonuna kadar yaşıyorlar” (II, 2, 413a 28-31). Cansız şeylerin büyümesi daha çok bir artma, çoğalma. Bardaktaki su büyümüyor, artıyor ve tek yönlü olarak, yalnız yukarıya doğru artıyor. Oysa canlıların büyümesi bir gelişme. Bu yüzden canlılar yukarıya ya da aşağıya doğru değil, her taraftan büyüyorlar. Üstelik canlıların büyümesi bir balonun şişmesi gibi her taraftan az çok eşit biçimde genişlemekten de ibaret değil. Aristo Hayvanların Üremesi Üzerine adlı yapıtında biyoloji tarihinin ilk kapsamlı epigenez kuramını geliştiriyor. Preformasyonistler ya da önoluşumcular spermde zaten yeni doğacak canlının şeklinin ya da yapısının, adeta “maketinin” bir şekilde bulunduğunu savunuyorlar. Onlara göre büyüme, bu hazır bekleyen maketin embriyona yerleşip genişlemesinden ya da şişmesinden ibaret. Oysa epigenezin yani aşamalı oluşumun ilk büyük savunucusu Aristo, spermin yalnızca düzenleyici bir hareket şemasının, bir tür “programın” taşıyıcısı olduğunu söylüyor. Bu program doğumdan önce embriyonun, doğumdan sonra da organizmanın adım adım gelişerek türün tamamlanmış bir bireyi haline gelmesini sağlıyor. Önoluşumculara göre spermdeki makette bütün organlar minyatür boyutlarda zaten mevcut. Oysa Aristocu epigenez kuramı organların nasıl aşama aşama, sırayla oluştuğunu gösteriyor. Örneğin Aristo’ya göre ilk oluşan organ vücutta merkezi bir işleve sahip olan kalp. O halde önoluşumcuların canlılara özgü büyüme tarzını anlayamadıklarını, canlıyı cansıza, gelişmeyi genişlemeye indirgediklerini söyleyebiliriz. Epigenezcilerin ele aldığı, genişleme değil gelişme olarak anlaşılan büyüme ise yalnız canlılara ait bir özellik.
c) Canlıların üçüncü özelliği çürümeleri. Çürüme hayvanlarda ve insanda yaşlanma ve ölüm olarak, bitkilerde ise kuruma olarak ortaya çıkıyor. Burada da canlılara özgü çürümenin cansızların “çürümesinden” tümüyle farklı olduğunu söylemek mümkün. Bunun için büyümeyle ilgili söylediklerimizi tersten yinelemek yeterli. Canlıların büyümesi bir gelişme, cansızların büyümesi ise bir genişlemeydi. O halde canlıların çürümesi gelişmenin sonunda ortaya çıkan yapının azar azar, aşamalı olarak ortadan kalkması, cansızların çürümesi ise genişlemenin tersi bir aşınma, ufalma, azalma olarak görülebilir. Canlıya özgü çürüme dolu bir bardağın boşaltılmasına ya da bir kaya parçasının rüzgarla aşınmasına benzemiyor. Yaşlanmayla birlikte organlar yavaş yavaş işlevlerini yitirmeye başlıyorlar, göz daha az görüyor, kulak daha az duyuyor… Kısacası epigenezin tersi bir aşamalı yok oluş söz konusu. Gelişmenin organizmanın tamamlanmasıyla son bulması gibi yaşlanma da ölümle ya da bitkiler için kurumayla son buluyor[3].
Aristo canlıların bu üç özelliğine işaret ettikten sonra “yaşamdan pay alan her doğal cismin” bileşik töz olduğunu söylüyor. Bu da şaşırtıcı değil. Aristo’nun tözü madde, form ve bileşik töz olarak üçe ayırdığını görmüştük. Canlılar canlı olarak ele alındıklarında başka bir şeyin maddesi ya da formu olamayacaklarına göre canlıların bileşik töz olduğunun söylenmesi gerek. Tüm sorun şu: tözün bu üç anlamından hangisi tanımını aradığımız ruha uygun düşüyor? Ruh madde mi, form mu, bileşik töz mü? Bu sorunun yanıtı metnin devamında.
[1] G. Freudenthal, vücuttaki sıcaklığın yalnız sindirimde değil pek çok başka canlılık işlevinde de oynadığı rolü göz önünde tutarak, Aristo’nun “yaşamsal sıcaklık” dediği şeye ruha özgü özellikler, her şeyden önce de oluşturucu, biçimlendirici olma özelliği yüklüyor: Aristotle’s Theory of Material Substance. Heat and Pneuma, Form and Soul, Oxford, 1995. Genelde yorumcuların eleştirilerine maruz kalan bu tuhaf kitap şaşırtıcı bir düşünce deneyi gibi aslında. Hem ateşin ruh için taşıdığı önemle, hem de neden ruhun ateşle bir tutulamayacağıyla ilgili olarak Ruh Üzerine’nin yanı sıra bkz. Hayvanların Parçaları, II, 7, 652b 7-16.
[2] Aristo, Meteorolojiler, II, 2, 354b 33 ve devamında güneşin ıslak olanla ya da suyla beslenmediğini gösterirken ateşin de tam olarak suyla beslenmediğini, çünkü alevin sürekli bir değişim içinde olduğunu söylüyor. Beslenme, besin beslenene dönüşürken, onun bir parçası haline gelirken beslenenin aynı kalmasını gerektiriyor. Suyla “beslenen” alev bu süreç boyunca aynı kalmayıp hep değiştiğine göre ateşin diğer öğelerle beslenmesi de ancak metaforik bir beslenme olabilir.
[3] Ruh Üzerine’yi satır satır izleyen uzun bir yorum yazmış olan Polansky, büyüme ve çürümenin yalnızca organizmanın gelişmesi ve yaşlanması olarak değil, daha dar bir anlamda şişmanlaması ve zayıflaması olarak da anlaşılabileceğini söylüyor (Aristotle’s De anima, Cambridge, 2007, s. 152). Ama şişmanlama ve zayıflama daha az belirgin biçimde canlıya özgü haller. Şişmanlayan bir canlı şişen bir balona daha çok benziyor!
En çok cisimler tözmüş gibi görünüyor, bunların içinde de doğal olanlar: çünkü bunlar diğerlerinin ilkeleri. Doğal olanların içinde ise bazıları yaşama sahip, bazıları sahip değil: yaşamdan da kendi kendine beslenmeyle büyüme ve çürümeyi kastediyoruz. O halde yaşamdan pay alan her doğal cisim töz olsa gerek, bileşik tarzdaki töz. (412a 11-16)
Aristo kavramsal ayrımlar yaparken genelden özele doğru gidiyordu: 1) önce töz kategorisini diğer kategorilerden ayırmıştı, 2) sonra tözün üç anlamını (madde, form ve bileşik töz) sıralayarak daha az genel bir kavramsal düzeye ulaşmıştı, 3) sonra da maddeyle gücün, formla gerçekleşmenin aynı olduğunu söyleyerek 4) daha da özel bir ayrıma, gerçekleşmenin iki anlamı arasındaki ayrıma işaret etmişti (farklı kavramlar arasında denklik kuran 3 hariç, buradaki tüm ayrımlar özele yöneliyor; 3 de zaten 4’teki ayrımı yapmayı sağladığı için genel yönelimin dışında değil).
Şimdi Aristo kavramlardan şeylere yöneliyor, bir bakıma metafizikten ya da ontolojiden fiziğe, doğa bilimine geçiyor. Tıpkı kavramsal hazırlık gibi olgusal hazırlık da genelden özele gidiyor: Aristo önce genel olarak cisimlerden, ardından daha özel olarak doğal cisimlerden, sonunda daha da özel olarak canlılardan söz ediyor. Ayrıca şeyleri ya da cisimleri incelerken daha önce ayırt ettiği kavramları da kısmen onlara uygulamaya çalışıyor. Bu ilerleyişi daha yakından adım adım izleyelim:
1) Cisimler. Aristo kavramsal hazırlık çalışmasına töz kavramıyla başlamıştı, olgusal hazırlık çalışmasına da hangi olgunun töze karşılık geleceğini belirleyerek başlıyor. İlk cümle en çok cisimlerin töze benzediğini söylüyor. Bunun anlamı ne? Daha önce töz kategorisinin diğer kategorilerden bir tür ontolojik bağımsızlık sayesinde ayrıldığını görmüştük. Nitelik, nicelik vb. kategorilerden söz edebilmemiz için ele aldığımız niteliğe ya da niceliğe sahip bir tözü de varsaymamız gerekiyordu. Oysa diğer kategorilere gönderme yapmadan tek başına tözden söz etmemiz mümkündü. Örneğin bir renkten ya da uzunluktan söz ederken o rengin ya da uzunluğun belli bir şeyin, bir tözün, örneğin şu belli masanın rengi, uzunluğu olduğunu varsaymak zorundaydık. Oysa masanın kendisinden söz ederken onun rengini ya da uzunluğunu hesaba katmak zorunda değildik. Bu durumda “en çok cisimlerin tözmüş gibi görünmesi” anlaşılır bir şey. Masa bir cisim, oysa renk ya da uzunluk cisimsel olmayan bir varoluşa sahip. Töz diğer kategorilerin taşıyıcısı olduğuna göre, cisimler de cisimsel olmayan varoluşa sahip özellikleri taşıdıklarına göre töze en çok benzeyen, en çok töz gibi görünen olgunun cisimler olması mantıklı.
2) Doğal cisimler. Aristo bir adım daha atarak doğal cisimlerin diğer cisimlerden daha çok töz olduğunu söylüyor, “çünkü bunlar diğerlerinin ilkeleri”. Burada “diğerleri”nden kasıt doğal olmayan, yani teknik ya da yapay cisimler. Neden doğal cisimler teknik cisimlerden daha çok töz olsun? Bu sorunun yanıtı Aristo’nun Fizik adlı yapıtında saklı. Fizik’in ikinci kitabının başında doğal cisimler teknik cisimlerle karşıtlık içinde şu şekilde tanımlanıyor:
“bütün bunlar [yani doğal cisimler] doğal olarak oluşmamış olanlardan [teknik cisimlerden] farklı görünüyor. Çünkü bunların her biri kendi içinde bir hareket ve durağanlık ilkesine sahip. […] Oysa bir yatak, bir elbise ve ne olursa olsun buna benzer başka cins bir şey, bu kategori içinde bulunduğu ve tekniğin ürünü olduğu sürece hiçbir doğal değişme eğilimine [hormēn] sahip değil, bunlar ilineksel olarak, taştan ya da topraktan ya da bunların karışımlarından yapıldıkları için ve bu ölçüde [söz konusu eğilime]
Aristo bu zor pasajda doğayı bir hareket ve durağanlık ilkesi olarak tanımlıyor. Evrenin ay-altı kısmının yapıtaşları olan ateş, hava, su ve toprak, bunlardan oluşan cansız doğal cisimler, canlılar “kendi içlerinde bir hareket ve durağanlık ilkesine sahip.” Yani bunlar başka bir şey tarafından zorlanmasalar da kendi başlarına hareket edebiliyorlar ve durabiliyorlar. Canlıların doğal olarak hareket edebildiği ve durabildiği açık. Aristo, bizden farklı olarak, aynı şeyin cansız doğal cisimler için de geçerli olduğunu düşünüyor. Aristo’ya göre bir taş parçası serbest bırakıldığında (yerçekimi nedeniyle değil) kendi doğası uyarınca yere düşüyor, taş parçasında yere düşme ve yere ulaştığında durma eğilimi var. Aynı şekilde ateş doğal olarak kendiliğinden yükseliyor. Oysa yatak, elbise gibi teknik nesneler böyle bir eğilime sahip değiller. Bir teknik nesne, başka bir şey tarafından hareket ettirilmediği sürece olduğu yerde durmaktan başka bir şey yapamaz.
Ardından Aristo neden doğal cisimlerin teknik cisimlerden daha çok töz olduğunu anlamamızı sağlayacak önemli bir ayrım yapıyor. Aristo’ya göre teknik nesneleri iki açıdan ele almak mümkün: bunları tekniğin ürünleri olarak, teknik nesneler kategorisine ait şeyler olarak ele alabiliriz (burada kategori sözcüğü Aristotelesçi anlamda değil genel anlamda kullanılıyor. Söylenmek istenen şu: teknik nesneler teknik nesne kategorisi içinde ele alındıkları sürece doğal cisim olarak görülemezler.), ama ilineksel biçimde doğal cisimler olarak da ele alabiliriz. Teknik nesnelerin her biri doğal cisimlerin dönüştürülmesi, işlenmesi sonucunda elde ediliyor. Yatak yapmak için ağacı kesip biçmek, dönüştürmek gerek. Ama ağaçtan yatak ya da masa ürettiğimde tahta varlığını yatak ya da masa şeklinde sürdürmeye devam ediyor. O halde bileşenlerini göz önünde tuttuğumuzda teknik nesneler de bir bakıma doğallar. Başka bir deyişle, teknik nesneler doğal cisimlerden türemişler, onlara göre ikinciller.
Masa teknik nesne olarak alındığında bir hareket ve durağanlık ilkesine, yani doğaya sahip değil, ama ilineksel olarak, doğal bileşenleri açısından ele alındığında bir doğaya sahip. Teknik nesne olarak masanın hareket etmesi için birinin onu zorlaması, onun yerini değiştirmesi gerek, çünkü masanın doğası yok. Ama aynı masayı bir binanın tepesinden aşağı attığımızda masa zorlanmadan düşüyor, bunu sağlayan da doğal bileşenlerden yapılmış olması. Masa olarak masanın yerini değiştirebiliriz, ama binanın tepesinden yere düşen masa, masa olarak değil ölü bir ağaç olarak, tahta olarak, yani doğal olarak düşüyor.
Teknik cisimlerin neden tam anlamıyla töz olmadıklarını anlamaya başlıyoruz. Tözün ayırt edici özelliği bağımsız olarak, tek başına ele alınabilmesiydi. Teknik nesneler tam olarak bağımsız değiller, onları anlamak için maddi bileşenleri olan doğal cisimleri de hesaba katmamız gerek. Oysa doğal cisimleri kendi başlarına ele almak mümkün. Teknik nesnelerle doğal cisimler arasındaki bu tekyönlü bağımlılık ilişkisi doğal cisimlerin daha çok töz olması gerektiği sonucunu doğuruyor. Üstelik teknik nesnelerin bir ruhu olamayacağı da açık. Oysa Aristo bu pasajda genelden özele ilerlerken ruhun sınırlarını belirlemeye çalışıyor. Bu yüzden de teknik nesneleri araştırmasının dışında tutacak.
3) Canlı doğal cisimler. Aristo son olarak doğal cisimleri de canlı ve cansız olarak ikiye ayırıyor. Canlıyı cansızdan ayıran şey ne? Bu soru bize sorulmuş olsa büyük olasılıkla canlının cansızdan farklı olarak kendi kendine hareket edebildiğini söylerdik. Ama Aristo’nun doğayı bir hareket ve durağanlık ilkesi olarak tanımladığını gördük. Aristo’ya göre yalnız canlılar değil bir doğaya sahip her şey kendiliğinden hareket ediyor. Taş parçası kendiliğinden yere düşüyor. O halde Aristo canlıların hareket edebilmeleri sayesinde ayırt edilebileceğini söyleyemez. Öte yandan, hareketi dar anlamıyla, bir yerden bir yere, A noktasından B noktasına isteyerek gidebilme, yani ilerleme (poreia) olarak anlarsak taş parçası yere doğru ilerlemediği, yere düştüğü için sorun çözülmüş olur. Ama bu sefer de hareket edebilme yalnızca hayvanları diğer doğal cisimlerden ayırmaya yarar, bitkiler bu anlamda hareket edemedikleri için onların cansız olduğunu söylemek zorunda kalırız. Kısacası, canlıların ayırt edici özelliklerini dar ya da geniş anlamıyla hareketten bağımsız olarak ortaya koymak gerek.
Aristo canlının diğer doğal cisimlerden farklı olarak a) kendi kendine beslenebildiğini, b) büyüdüğünü ve c) çürüdüğünü söylüyor. Bu özellikler yalnızca canlılara mı ait gerçekten? Cansız şeylerin de bir anlamda beslendiği, bir anlamda büyüdüğü ve çürüdüğü söylenemez mi? Bu soruya tam bir yanıt verebilmek için üç özelliği tek tek ele almamız gerek.
a) Canlılar ancak beslenerek varlıklarını sürdürebilir, bu açık. Ama cansız şeyler de beslenemez mi? Örneğin Aristo Oluş ve Bozuluş Üzerine’de ateş öğesinin diğer öğeleri (toprak, su ve havayı) tüketerek beslendiğini söylüyor (II, 8, 335a 10-21). Ama bütün öğeler karşılıklı olarak birbirlerinden beslenmiyorlar, yalnız ateş diğer öğeleri ve onlardan oluşmuş cisimleri yakarak besleniyor: “su ateş için bir besin, ama ateş suyu beslemiyor” (Ruh Üzerine, II, 4, 416a 26-27). Orman yangınlarını düşünelim: ateş ormanı “yiyor” aslında. Üstelik Aristo canlıların sindirim yapabilmesini sağlayan şeyin yine ateş ya da vücutlarındaki sıcaklık olduğunu düşünüyor[1]. Ateşin ormanı yemesiyle bir canlının beslenmesi, vücuttaki sıcaklığın sindirimi sağlaması aynı şey mi o zaman? Elbette hayır. Aradaki en büyük fark ateşin doymak bilmemesi. Orman yangınını durdurmadığınız zaman, ateş tüm orman kül olana dek beslenmeyi sürdürür. Oysa canlılar gereksinim duydukları kadar besleniyorlar. Ayrıca vücuttaki sıcaklık besinlerin sindirim sırasında işlevsel biçimde ayrışmasını sağlayacak ölçüde yakıcı ya da ısıtıcı. Vücudumuzdaki ateş yediklerimizi yakıp kül etseydi beslenmek hiçbir işe yaramazdı. O halde canlıların beslenmesinin ayırt edici özelliği sınırlı, ölçülü, doymasını bilen bir beslenme olması (II, 4, 416a 9-18). Cansız şeylerin, en başta da ateşin beslenmesi ise bir bakıma metaforik, işlevsiz bir beslenme[2].
b) Canlıların ikinci özelliği büyümeleri. Cansız şeyler büyüyemez mi? Yarısı su dolu bir bardağı tümüyle doldurduğumda su bir anlamda büyümüş olmuyor mu? Aristo canlıların büyümesinin kendine özgü yanını şu şekilde anlatıyor: canlılar “aşağıya doğru büyümeksizin [yalnız] yukarıya doğru büyümüyorlar, ama eşit biçimde her iki taraftan ve her taraftan büyüyorlar ve besin alabildikleri sürece hep besleniyor ve sonuna kadar yaşıyorlar” (II, 2, 413a 28-31). Cansız şeylerin büyümesi daha çok bir artma, çoğalma. Bardaktaki su büyümüyor, artıyor ve tek yönlü olarak, yalnız yukarıya doğru artıyor. Oysa canlıların büyümesi bir gelişme. Bu yüzden canlılar yukarıya ya da aşağıya doğru değil, her taraftan büyüyorlar. Üstelik canlıların büyümesi bir balonun şişmesi gibi her taraftan az çok eşit biçimde genişlemekten de ibaret değil. Aristo Hayvanların Üremesi Üzerine adlı yapıtında biyoloji tarihinin ilk kapsamlı epigenez kuramını geliştiriyor. Preformasyonistler ya da önoluşumcular spermde zaten yeni doğacak canlının şeklinin ya da yapısının, adeta “maketinin” bir şekilde bulunduğunu savunuyorlar. Onlara göre büyüme, bu hazır bekleyen maketin embriyona yerleşip genişlemesinden ya da şişmesinden ibaret. Oysa epigenezin yani aşamalı oluşumun ilk büyük savunucusu Aristo, spermin yalnızca düzenleyici bir hareket şemasının, bir tür “programın” taşıyıcısı olduğunu söylüyor. Bu program doğumdan önce embriyonun, doğumdan sonra da organizmanın adım adım gelişerek türün tamamlanmış bir bireyi haline gelmesini sağlıyor. Önoluşumculara göre spermdeki makette bütün organlar minyatür boyutlarda zaten mevcut. Oysa Aristocu epigenez kuramı organların nasıl aşama aşama, sırayla oluştuğunu gösteriyor. Örneğin Aristo’ya göre ilk oluşan organ vücutta merkezi bir işleve sahip olan kalp. O halde önoluşumcuların canlılara özgü büyüme tarzını anlayamadıklarını, canlıyı cansıza, gelişmeyi genişlemeye indirgediklerini söyleyebiliriz. Epigenezcilerin ele aldığı, genişleme değil gelişme olarak anlaşılan büyüme ise yalnız canlılara ait bir özellik.
c) Canlıların üçüncü özelliği çürümeleri. Çürüme hayvanlarda ve insanda yaşlanma ve ölüm olarak, bitkilerde ise kuruma olarak ortaya çıkıyor. Burada da canlılara özgü çürümenin cansızların “çürümesinden” tümüyle farklı olduğunu söylemek mümkün. Bunun için büyümeyle ilgili söylediklerimizi tersten yinelemek yeterli. Canlıların büyümesi bir gelişme, cansızların büyümesi ise bir genişlemeydi. O halde canlıların çürümesi gelişmenin sonunda ortaya çıkan yapının azar azar, aşamalı olarak ortadan kalkması, cansızların çürümesi ise genişlemenin tersi bir aşınma, ufalma, azalma olarak görülebilir. Canlıya özgü çürüme dolu bir bardağın boşaltılmasına ya da bir kaya parçasının rüzgarla aşınmasına benzemiyor. Yaşlanmayla birlikte organlar yavaş yavaş işlevlerini yitirmeye başlıyorlar, göz daha az görüyor, kulak daha az duyuyor… Kısacası epigenezin tersi bir aşamalı yok oluş söz konusu. Gelişmenin organizmanın tamamlanmasıyla son bulması gibi yaşlanma da ölümle ya da bitkiler için kurumayla son buluyor[3].
Aristo canlıların bu üç özelliğine işaret ettikten sonra “yaşamdan pay alan her doğal cismin” bileşik töz olduğunu söylüyor. Bu da şaşırtıcı değil. Aristo’nun tözü madde, form ve bileşik töz olarak üçe ayırdığını görmüştük. Canlılar canlı olarak ele alındıklarında başka bir şeyin maddesi ya da formu olamayacaklarına göre canlıların bileşik töz olduğunun söylenmesi gerek. Tüm sorun şu: tözün bu üç anlamından hangisi tanımını aradığımız ruha uygun düşüyor? Ruh madde mi, form mu, bileşik töz mü? Bu sorunun yanıtı metnin devamında.
[1] G. Freudenthal, vücuttaki sıcaklığın yalnız sindirimde değil pek çok başka canlılık işlevinde de oynadığı rolü göz önünde tutarak, Aristo’nun “yaşamsal sıcaklık” dediği şeye ruha özgü özellikler, her şeyden önce de oluşturucu, biçimlendirici olma özelliği yüklüyor: Aristotle’s Theory of Material Substance. Heat and Pneuma, Form and Soul, Oxford, 1995. Genelde yorumcuların eleştirilerine maruz kalan bu tuhaf kitap şaşırtıcı bir düşünce deneyi gibi aslında. Hem ateşin ruh için taşıdığı önemle, hem de neden ruhun ateşle bir tutulamayacağıyla ilgili olarak Ruh Üzerine’nin yanı sıra bkz. Hayvanların Parçaları, II, 7, 652b 7-16.
[2] Aristo, Meteorolojiler, II, 2, 354b 33 ve devamında güneşin ıslak olanla ya da suyla beslenmediğini gösterirken ateşin de tam olarak suyla beslenmediğini, çünkü alevin sürekli bir değişim içinde olduğunu söylüyor. Beslenme, besin beslenene dönüşürken, onun bir parçası haline gelirken beslenenin aynı kalmasını gerektiriyor. Suyla “beslenen” alev bu süreç boyunca aynı kalmayıp hep değiştiğine göre ateşin diğer öğelerle beslenmesi de ancak metaforik bir beslenme olabilir.
[3] Ruh Üzerine’yi satır satır izleyen uzun bir yorum yazmış olan Polansky, büyüme ve çürümenin yalnızca organizmanın gelişmesi ve yaşlanması olarak değil, daha dar bir anlamda şişmanlaması ve zayıflaması olarak da anlaşılabileceğini söylüyor (Aristotle’s De anima, Cambridge, 2007, s. 152). Ama şişmanlama ve zayıflama daha az belirgin biçimde canlıya özgü haller. Şişmanlayan bir canlı şişen bir balona daha çok benziyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder