Murat Uyurkulak’ın şimdilik iki kitabı var: Tol ve Har. Alt başlıklara bakarsak birincisi bir intikam romanı, ikincisi bir kıyamet romanı. Doğrudan bu romanlar üzerine bir şeyler yazmak çok zor. Çünkü Murat Uyurkulak anlattığı konuları dolaysızca ele alıyor, buna samimiyet de diyebilirsiniz, dolaysız olan üzerine konuşmak da zor. Bu yüzden bu iki romandan dolaylı bir şekilde söz etmek, onları Deleuze’ün birçok kitabında farklı şekillerde ortaya koyduğu etik yaklaşıma bir karşı-örnek olarak okumaya çalışmak iyi bir fikir olabilir diye düşündüm. Deleuze’ü tümüyle geçersiz kılan bir karşı-örnek olarak değil, Deleuze etiğini devam ettiren, ona çok yakın olan, yakın olduğu halde ondan ayrılan, kısacası belirsiz ya da iki-yanlı bir karşı-örnek olarak.
Tol da Har da hızlı okunan kitaplar. Bazen sert bir gerçekçilikleri var, bazen arabeske, bilim-kurguya, fantastik edebiyata kayıyorlar. Murat Uyurkulak bu romanlarda “göze göz, dişe diş” mantığı denebilecek bir şeyi sonuna dek götürüyor. Bunu da akıl yürütmelerle, felsefi tartışmalarla falan yapmıyor, bu mantık romanların havasında var. Ne demek istediğimi iki alıntıyla anlatmaya çalışayım. Önce Tol’dan bir alıntı (s. 96):
“Yaşıyor mu?” dedim, darmadağın, yorgun.
Şair endişeyle bakıyordu bana.
“Yaşıyor mu?” diye sordum tekrar.
“Evet.”
“Nerede şimdi?”
“Bir dağın tepesinde.”
“Hangi dağın?”
“Gabar’ın.”
Titremeye başladım.
Küçük bir çocuğunki gibi çıktı sesim:
“Ne yapıyor orada?”
Şair ciddiydi, heyecanlıydı, duygulanmıştı.
Tanrılar konuştu:
“İntikam alıyor.”
Har’dan bir alıntı (s. 90):
“Yola böyle çıkan, ömrü seyahatinde iflah olur mu?”
“Olmaz mı?”
“Olur elbet Numune, niye olmasın? Kanı kan temizler, çiviyi çivi söker…”
“Göze göz, dişe diş” mantığı dediğim şeyin ilkesi şöyle bir şey olabilir: birisi sana hakikaten ciddi bir kötülük yapmışsa sen de ona ciddi bir kötülük yap! Neden karşı tarafı bağışlama ya da kendi durumunu kabullenme yerine intikam? Çünkü “çiviyi çivi söker” diyen biri için bağışlamak, hoş görmek, anlayış göstermek gibi tavırlar birer güçsüzlük göstergesinden ibaret. İntikam almaya gücü yetmeyenler kendilerini böyle kandırıyorlar. Başka bir deyişle belirleyici olan, güçlülük-güçsüzlük ayrımı. İki roman da ciddi bir kötülüğe maruz kalmış “güçsüzlerden” söz ediyor aslında.
Bunların Deleuze’le ne ilgisi var? Deleuze özellikle Nietzsche ve Spinoza’yla ilgili kitaplarında ahlakla etik arasında bir fark, hatta bir karşıtlık olduğunu gösteriyor. Bu yoruma göre, ahlak aşkın bir yasaya dayanarak tüm koşullardan bağımsız şekilde İyiliğin ve Kötülüğün ne olduğunu söylüyor, etik ise içkinlik düzleminde kalarak ve belirleyici koşulları da gözeterek tek tek insanlar için neyin iyi neyin kötü olduğunu gösteriyor. Etiğin biri olumsuz (ya da eleştirel) diğeri olumlu (olumlayıcı, kurucu) iki özelliği var:
1) Etik ahlakı ifşa ediyor, yani ahlakın aşkın İyilik, aşkın Kötülük olarak sunduğu şeylerin aslında bu ahlakı savunanların çıkarına olduğunu, onların “iktidarını” temellendirdiğini açığa çıkarıyor. Ahlakın koşulsuz değerler olarak sunduğu şeyleri iktidar ve güç ilişkileri çerçevesinde “yeniden değerlendiriyor”. Bunu yapabilmek için de “İyilik nedir?” sorusunun yerine “İyiliği kim istiyor, İyilik kimin işine yarıyor?” sorularını geçiriyor. Bu ifşa etmenin sonucunda ortaya çıkan şey şu: İyiliği isteyenler aslında sadece kendi çıkarlarının peşindeler; kendi konumlarını sağlamlaştırmak için, mutlak değerler üzerinden egemenlik altında tuttukları insanlarda olumsuz, tepkisel duygular, en başta da hınç duygusu uyandırıyorlar.
2) Etik ahlakın tersine İyiliği ve Kötülüğü (Bien, Mal) değil, tek tek insanlar için iyi ve kötü (bon, mauvais) olan şeyleri araştırıyor. Ahlakın kışkırttığı tepkisel kuvvetlerin, üzüntü verici tutkuların yerine etkin kuvvetleri, sevinci nasıl geçirebileceğimizi araştırıyor. Yaşama karşı hınç ve nefret duymaktan nasıl kurtulabileceğimizi araştırıyor. Etiğin önerdiği iyi ve kötünün kabaca yararlı ve zararlı şeylerden ibaret olduğunu söyleyebiliriz (Deleuze, Ethica’nın temel kavramlarını ele aldığı küçük sözlükte yararlı-zararlı için iyi-kötüye bakmamızı söylüyor, Spinoza, Philosophie pratique, Minuit, 1981, s. 148). Yaşam denen şey farklı farklı karşılaşmalardan ibaret, iyi/yararlı karşılaşmalar sevinci, etkinliği arttırırken kötü/zararlı karşılaşmalar üzüntü veriyor, etkinlikleri boğuyor. Etik de iyi karşılaşmaları çoğaltıp kötü karşılaşmaları azaltmanın yollarının araştırılması.
Ahlakın yasakçı ağırlığının karşısında etiğin özgürlükçü ve hafif olduğunu söylemek mümkün. Ama ahlakın yasa-koyuculuğunun basit bir yasakçılığa indirgenemeyeceğini söyleyip en azından belli bir anlamıyla ahlakı savunmak da mümkün. Deleuze ahlakçılara örnek olarak iktidar peşindeki din adamlarından, politikacılardan… söz ediyor, kısacası kolay hedefler gösteriyor. Ahlak yasasının hiçbir mercide, hiçbir kurumda tam olarak somutlaşamayacağını düşünen Kant gibi bir filozofu tartışmıyor örneğin. Ama üzerinde durmak istediğim şey bu değil. Murat Uyurkulak’ı “Deleuzecü” bir etiğe karşı-örnek olarak okumak istediğimi söylemiştim. Tol’da ve Har’da bulduğum şey ahlakçı değil yine etik bir karşı-örnek.
Murat Uyurkulak’ta Deleuze’ün anladığı anlamda etik bir yan var, sorunlar aşkın değerler üzerinden değil, güç ve iktidar ilişkileri üzerinden ele alınıyor. Ama Deleuze’ün anladığı anlamda hiç etik olmayan bir yan da var. Romanlardaki kahramanlar güçsüzler için intikam almanın hafifletici, arındırıcı bir etkisi olduğuna inanıyor gibiler. Oysa Deleuzecü bir perspektiften bakıldığında intikam hınca yenik düşmek demek. Hıncın Fransızcası ressentiment: tekrar-duygu, yani aynı duyguyu tekrar tekrar yaşamaya mahkum olmak. Hınç duyan kişi kendisine yapılan kötülüğü unutmayı beceremediği için kötülüğe maruz kaldığı andaki duyguya saplanıp kalıyor, yediği darbeyi tekrar tekrar anımsadıkça, yenilmişlik duygusunu tekrarlayıp durdukça çareyi intikam planları yapmakta buluyor. Ayrıca Deleuze şunu da gösteriyor: pişmanlık, vicdan azabı gibi duygularla başkasından nefret etme, intikam arzusu gibi duygular aynı kaynaktan besleniyor aslında. İki durumda da tekrar-duygular var. Vicdan azabı çeken kişi başkasına yapmış olduğu şeyin ağırlığından kurtulamıyor, intikamcı ise kendisine yapılan şeyin ağırlığından. Bu ağırlıklardan kurtulmanın yolu unutma, hafifletici bir unutkanlık. Olumlayıcı unutma, yani yeniye yer açma, geçmişten kurtulup başka şeyler yapabilme gücü olarak unutma Deleuze’ün Nietzsche okumasında merkezi bir yere sahip. Oysa intikam anının saklanmasından, maruz kalınan kötülüğü unutmamaktan besleniyor (bkz. Nietzsche et la philosophie, PUF, 1962, IV. bölüm hınçtan vicdan azabına geçişi inceliyor; hınçla bellek arasındaki ilişki, geçmişin izlerine dayalı tepkisel bir bellekle söze dayalı etkin bir bellek ayrımı ve unutmanın olumlu rolü üzerine, s. 128-133; hınçla intikam arasındaki ilişki üzerine s. 132-134). Dolayısıyla Tol’da ve Har’da hem Deleuzecü hem Deleuzecü olmayan yanlar var. Murat Uyurkulak güçsüz konumdaki kişinin güçsüzlüğünden ahlakçı iç hesaplaşmalarla, uzun vicdan muhasebeleriyle çıkamayacağı konusunda Deleuze’le hemfikir, ama güçsüz kişi için etik bir olumlamaya, kendiliğinden etkin hale gelme gücüne de yer kalmadığını düşünüyor gibi. Kötülük güçsüze hep dışarıdan gelen bir şey, intikam da kötülüğü tekrar tekrar yaşamak değil onu geri püskürtmenin en kestirme yolu.
Kötülüğün dışarıdan gelmesi fikrinde de aynı iki-yanlılık var. Bir yandan Deleuze de kötülüğün dışarıdan geldiğini söylüyor, insanın içinde zaten bir kötülük olduğunu savunan (bunu yaparken de kısmen ilk günah düşüncesinden beslenen) ahlakçı söyleme karşı kötülüğün dışarıdan gelmesini bir hafiflik öğesi olarak kullanıyor. Diğer yandan Deleuze için kötülüğün dışarıdan gelmesi onun bir şekilde unutulabileceği, geride bırakılabileceği anlamına geliyor. Tekrar-duygu olarak hınç ve ondan beslenen intikam duyguları işte bu geride bırakmanın başarılamadığının göstergesi. Başka bir deyişle hınç dışarıdan gelen kötülüğün içselleştirilmesi demek. Bu yüzden Deleuze intikam duygusunun maruz kalınan şiddetin büyüklüğüyle açıklanamayacağını düşünüyor. İntikamcılığa yol açan şey dışarıdan gelen şiddet değil, “öznenin kendisindeki belli bir ilişki, onu oluşturan farklı doğadaki kuvvetler arasındaki belli bir ilişki: tip adı verilebilecek şey” (Nietzsche et la philosophie, s. 132). Kısacası intikam arzusu dışarıdan gelen şiddete değil ona maruz kalan öznenin ne “tip” bir özne olduğuna dayanıyor. İntikamcı bir tip zaten hınçla besleniyor, intikamla besleniyor, dolayısıyla maruz kaldığı şiddetle besleniyor. Hınçla intikam arasındaki bu ilişkinin apaçık ortaya çıktığı metinlerden biri de Deleuze’ün Spinoza ya da Nietzsche üzerine değil Leibniz üzerine yazdığı kitapta bulunuyor. Bu metin Deleuze’le Uyurkulak arasındaki farkı daha açık anlamayı sağlayabilir belki. Burada Deleuze, Leibniz’deki lanetlilerin Tanrı’dan nefret ettikleri için lanetlenmediklerini, bu nefrete saplanıp kaldıkları için lanetlendiklerini söylüyor. Bu düşünceyi de şöyle geliştiriyor:
Leibniz’in dediği gibi, lanetlenmiş kişi, ebediyen lanetlenmiş değildir; o yalnızca “her zaman lanetlenebilir”dir ve her an yeniden lanetlenir. Lanetliler de kutsanmışlar kadar özgürdürler, şimdide özgürdürler. Onları lanetleyen, şimdiki ruh darlıklarıdır, genişlikten yoksunluklarıdır. Bunlar, Nietzsche’nin daha sonra betimleyeceği gibi, intikam ya da hınç insanlarıdır; geçmişlerinin etkilerine maruz kaldıkları için değil, şu anda, şimdi geçmişlerinin izinden kurtulamayıp her gün, her an bu izi derinleştirdikleri için. (Kıvrım, Leibniz ve Barok, çev. H. Yücefer, Bağlam, 2006, s. 108-109, italikler benim.)
Bu zengin pasajın bize gösterdiği birçok şey var. İlk olarak, Deleuze’ün etik düşüncesi deyince akla gelen filozoflar hep Spinoza ve Nietzsche olsa da Deleuze başka filozoflardan yola çıkarak başka etikler de geliştiriyor. Deleuze’ün etik düşüncelerinde yaşamı olumlamaya dayalı Spinoza-Nietzsche hattı tartışmasız biçimde belirleyici olsa bile Deleuze’de bir başka hattan, kısmiliğin aşılmasına dayalı Hume-Leibniz hattından da söz etmek mümkün (görebildiğim kadarıyla bunlar Deleuze etiğinin iki ana hattı, ama bu, Stoacılar’dan, Lukretius’tan, edebiyattan… gelen daha gizli başka hatların olmadığı anlamına gelmiyor). İkinci olarak, Deleuze’ün Leibniz’den söz ederken bile Nietzsche’ye gönderme yapmasının da gösterdiği gibi, bu farklı etikler arasında bir kopukluk, iletişimsizlik yok. İki durumda da etik ahlakla karşıtlık içinde ele alınıyor. Yaşamı olumlamak ancak kısmiliğin ve ondan kaynaklanan bencilliğin, “ruh darlığı”nın aşılmasıyla mümkün. Kısmiliğin aşılması için de olumlama zorunlu. Yine de Deleuze’de tek bir etik olmadığını söylemek mümkün. Deleuze ahlaka karşı etikler öneriyor ve temel noktalarda anlaştıktan sonra bunlar arasından size uygun olan birini ya da birkaçını seçebilirsiniz. Üçüncü olarak, esas tartışmaya dönersek, Deleuze intikamla hıncı özdeşleştiriyor: lanetliler, “intikam ya da hınç insanları”. Bu özdeşliğin arkasında da nefret duygusu var. Nefret duygusu durmadan, “her gün, her an” tekrarlandığında hınca dönüşüyor, hınç da intikam arzusunu üretiyor. Deleuze, az önce sözünü ettiğimiz unutma temasını da bunlara bağlıyor. İntikam ya da hınç insanları şimdilerini geçmişten kurtaramıyorlar, durmadan geçmişin izini daha da derinleştiriyorlar. Dördüncü olarak, Deleuze’ün bu pasajda intikamla hıncı özdeşleştirirken düşündüğü nefret başka insanların uyandırdığı bir nefret değil Tanrıya duyulan nefret. Tanrı nefreti, belli birine, belli bir olaya, belli bir ana göreli olmadığı için zihinde kendisinden başka bir şeye yer bırakmayan, “ruh darlığı”nı sonuna dek götüren mutlak bir nefret. Nefretin bir türlü unutulamaması onu daha da mutlaklaştırıyor. Lanetlilerde hıncı intikam arzusuyla birleştiren şey nefretlerinin bu mutlaklığı.
Murat Uyurkulak’la Deleuze arasındaki fark da işte burada ortaya çıkıyor. Bu farkı en az üç açıdan, intikam-hınç ilişkisi, kötülüğün içselleştirilmesi-bellek ilişkisi ve tekrar teması açısından ifade edebiliriz: 1) Murat Uyurkulak için intikamla hınç arasında zorunlu bir ilişki yok, hınçsız bir intikam da olabilir. Mutlak bir nefrete dayanmayan intikam hınçtan ayrı düşünülebilir. İntikam, yıkıcı (en çok da intikam almak isteyen için yıkıcı) tekrar-duygulara dayanmak zorunda değil, tersine bu duygulara düşmemenin bir yolu olarak kullanılabilir. Uyurkulak’ın romanlarındaki kahramanlar hınçtan gözü dönmüş, intikamcı “tipler” değil, kendilerine bir yaşam alanı bırakılmamış tipler. “İntikam ya da hınç insanları” değiller, ruhları mutlak bir nefretle dolu değil. Ömer Aygün’ün Dağlarca için kullandığı bir ifadeyi belki biraz çarpıtarak alırsam hınçsız bir hırs var onlarda. Yeniklik, eziklik duygusuna, mutlak bir nefrete saplanıp kalmıyorlar, bu bakımdan hınçsızlar; ama yenik düştüklerini de unutmuyorlar, yani hırslılar. Yıkıcı değiller ama mücadeleyi bırakmıyorlar. 2) Kötülüğün dışsallığı sorununa dönersek, intikam kötülüğü içselleştirmeye hizmet etmiyor, onu dışarıda tutmayı, geri püskürtmeyi sağlıyor; geçmişi derinleştirmiyor, geçmişin ağırlığından kurtulmanın yollarını arıyor. Tol hınçsız ama hırslı bir intikam romanı olduğu için yer yer nostaljiye düşse de ağlak olmamayı başaran bir 12 Eylül romanı, çünkü 12 Eylül’ü sadece geçmiş bir acı olarak değil süren bir şey olarak görüyor, bunu da geçmişin izini derinleştirerek değil şimdide yaşam alanları açmaya çalışarak yapıyor. 3) Uyurkulak için, tekrar eden şey şiddetin bendeki anısı değil, şiddetin ta kendisi. İntikam duygusu, çoktan geçip gitmiş bir durumdan kaynaklansaydı, o durumu bir türlü unutamamaktan kaynaklansaydı hınç olarak görülebilirdi belki. Ama burada intikam kendini tekrar eden, şiddetini sürdüren bir duruma yönelik. İntikam olumsuz bir duygunun kendini tekrar etmesinden (hınçtan) kaynaklanmıyor, olumsuz bir durumun kendini tekrar etmesinden, bunun uyandırdığı hırstan kaynaklanıyor. Bütün bunlardan çıkan sonuç açık: Uyurkulak’ta intikam bir hastalık işareti değil sağlık işareti, Nietzscheci-Deleuzecü anlamda tepkisellik göstergesi değil sağlıklı olanın hastalığa verdiği tepki.
Deleuze’ün yaşama yer bırakmayan mutlak bir nefreti reddettiği açık. Peki Deleuze lanetlilerin mutlak nefretine benzemeyen, göreli bir nefret denebilecek, Şair’in, Ahmet’in intikamcılığına benzeyen duygular hakkında ne düşünüyor? Bunların bir sağlık göstergesi olduğunu kabul eder miydi? Bu konuda kesin bir şey söylemek zor. Çok zorlanırsa her yöne çekilebilecek cümleler var Deleuze’de. Örnek: bir yandan Deleuze, Spinoza etiğini anlatırken nefretin de tiksinme, alaycılık, korku, umutsuzluk, acıma, utanç vb. gibi üzüntülü tutkulardan biri olduğunu söylüyor, hatta “yaşamı zehirleyen şey nefrettir, kendine yönelik nefret, suçluluk da buna dahil” diyor (Spinoza, Philosophie pratique, s. 39). Diğer yandan Diyaloglar’da, sevgi gibi nefretin de bir karışım olduğunu, nefretin “ancak nefret ettiği şeyle karıştığında iyi olan” bir beden olduğunu söylüyor. Hatta biraz ilerde, Guattari’yle birlikte, “delilikte saklı olan yaşamı açığa çıkarmaya çalıştıklarını, ama durmadan o yaşamı öldüren delilerden nefret ettiklerini” söylüyor (Dialogues, Flammarion, 1996, s. 66-67). Bunun gibi başka pasajlar da bulunabilir.
Nefret iki yanlı bir duygu mu? Deleuze bazı durumlarda nefretin işe yarayabileceğini mi düşünüyor? Yaşama saldıranlara, ölümden yana olanlara yönelik bir nefret, olumsuz duygunun değil baskının ve şiddetin tekrar etmesinden kaynaklanan bir nefret üzüntülü bir tutkunun ötesinde sağlık göstergesi olabilir mi? Tutkunun Fransızcası passion, sadece tutku değil edilginlik ve çile de demek. O zaman soru şu: nefretin tutku-edilginlik-çile olmadığı, sağlığa, etkinliğe, özgürleşmeye hizmet ettiği durumlar var mı? Böyle durumlar varsa bile Deleuze, en azından etikle ilgili metinlerinde bu durumları incelemiyor, nefreti hep bir tutku olarak görüyor. Ama Deleuze’ün Uyurkulak’a yaklaştığı bir yer de var. Nietzsche ve Felsefe’de Deleuze tepkisel, olumsuz hınç duygusunun karşısında olumlu bir saldırganlığın olduğunu söylüyor. Tepkisel köle “sen kötüsün, demek ki ben iyiyim” diyor. Köle kendini olumlayabilmek için başkasını olumsuzlamaya, yadsımaya muhtaç. Oysa efendi “ben iyiyim, demek ki sen kötüsün” diyor. Onun kendini olumlayışı başkasının yadsınmasından geçmiyor. Yadsıma ikincil bir şeyden ibaret, kendini olumlamanın sevincinin saldırganlık olarak ortaya çıktığı yerden ibaret (Nietzsche et la philosophie, s. 138-139). Hınçla saldırganlık arasında doğa farkı var ve bu fark olumlamanın mı olumsuzlamanın mı önce geldiğine bağlı olarak belirleniyor. Ama hıncı saldırganlıktan ayırmak her zaman da çok kolay değil. Tek tek her bir durumda, kölenin hıncı efendinin saldırganlığından nasıl ayırt edilebilir, bu konuda Deleuze yeterince açık değil gibi.
Sonuçta saldırganlığın olumlu bir anlam taşıdığı bu pasaj bir yana bırakılırsa Deleuze’de öne çıkan şey geçmişin izine takılıp kalma yerine unutma; intikam ve hınç yerine olumlama. Oysa Uyurkulak’ta öne çıkan şey unutma ve olumlama yerine intikam. Ya da hem intikam hem olumlama. Hırslı bir olumlama. Unutmanın koşulu olarak intikam. Ama ilk bakışta bile buradakinin örneğin Lars von Trier’in Dogville’indekine benzer, bireysel ya da bireyci bir intikamcılık olmadığı belli. Çünkü aslında güçsüz olanlar tek tek bireyler değil, “azınlıkta” olanlar. Romanlarda buna karşılık gelen birçok grup var: Kürtler (Xırbolar), solcular, deliler, eşcinseller, fahişeler, asker kaçakları, sahte peygamberler, bulut kılığına girip insanları izleyen benler… Azınlıkta olanlar sayıca az oldukları için azınlıkta değiller. Kendi yaşam tarzları, konuşma tarzları olduğu için azınlıktalar. İki romanda da karşımıza çıkan bol küfürlü uzun diyaloglar işte bu tarzların ortaya çıkması.
Azınlıkta olma ya da minörlük de Deleuze’ün Guattari’yle birlikte sıkça kullandığı bir kavram. Yine iki-yanlılık var. Bir yandan, Deleuze ve Guattari özellikle Kafka’dan yola çıkarak minör edebiyatı anadilini yabancı dil gibi kullanan, dili kendi sınırlarına taşıyan bir edebiyat olarak görüyorlar. Tol da Har da bu bakımdan minör edebiyat denen şeye benziyor. Diğer yandan, Murat Uyurkulak minör edebiyat konusunda da iki bakımdan Deleuze ve Guattari’den ayrılıyor.
İlk olarak, Uyurkulak müthiş diyaloglarıyla Türkçenin sınırlarını zorlasa da, anadilini bir yabancı dile dönüştürse de romanlardaki esas minör dil yabancı bir dil gibi kullanılan Türkçe değil yabancı bir dil olarak kalan Kürtçe. Anadilin yabancı dil gibi kullanılması, yani dilin sınırlarının genişletilmesi aslında minör dilin majör dile dahil edilmesi, yabancılığın anadile çevrilmesi de demek. Oysa Kürtçe yabancı dil olarak kalıyor; dışsallığını, indirgenemezliğini koruyor, romancının bildiği dile (ilk romanın adı Kürtçe bile olsa) dahil edilmiyor. Dolayısıyla Uyurkulak’ın dili Deleuzecü anlamda minör bir dil değil; esas minör dilin, çevrilemezliğiyle, anlaşılmazlığıyla varlığını hissettirdiği bir dil.
İkinci olarak, Deleuze ve Guattari’nin ele aldığı minör dil örnekleri tek tek yazarların dilleri; Kafka’nın dili, Beckett’in dili… Bu yazarlar kişiliklerini değil onları kateden çoklukları da dile getirseler son kertede yarattıkları dilin altında kendi imzaları var. Oysa Uyurkulak’ın ortaya çıkardığı minör dil bir bakıma yazar olarak kendi dili değil, azınlık haline getirilmiş grupların, cemaatlerin dili. Romanlardaki uzun, küfür argo dolu diyalogların dilini dengeleyen şey bazen biraz monoton da olabilen bir ortak yaşam dili. Azınlıkta kalanların sayıca çoğalmasıyla minör gruplar kendi yaşamlarını kendi düzenleyen cemaatlere dönüşüyor: Tol’da mahalle teşkilatları, Har’da yamuklardan oluşan matbaa ekibi. Bu dönüşümü anlatan yerlerde birbirini izleyen kısa cümlelerden oluşan, bazen ilkokul kompozisyon ödevi tadı veren bir dil var; ama kendi yaşamına yön vermenin yalınlığı, kendinden daha büyük bir şeye katılmanın sevinci de var. Öyküler tek başına kalmış, mutsuz bireylerin yaşamını anlatarak başlıyor (Tol’da Yusuf, Har’da Otuzbeş), bunların ortak bir yaşama dahil olmalarıyla sürüyor. Aslında “intikam” bu ortak yaşamın yaratılması; “kıyamet”, yok edilmesi. Har’da, kıyamete doğru giden geri-sayıma bütün türkülerin ölümden bahsetmesinin yarattığı boğulma eşlik ediyor.
Demek ki bir yanda intikam duygusu varsa diğer yanda da ortak yaşam arzusu var. Göze göz dişe diş mantığının ardında yeni bir yaşam yaratma arzusu var. Elbette romanları okuyunca akla ilk gelen sorulardan biri intikamcılığın şiddete dönüşüp dönüşmeyeceği. Murat Uyurkulak iç içe geçen öykülerinin arka planında bombalar patlatmayı sevse de, herkes sürekli silahlardan söz etse de kahramanlardan hiçbiri, en azından anlatının şimdiki zamanında, adam öldürmüyor, gerçek anlamda şiddet uygulamıyor. Bu da en başta ahlak-dışılık gibi görünebilecek şeyin, göze göz, dişe diş mantığının başka bir anlama gelebileceğini düşündürüyor. Şöyle denebilir: azınlıkların şiddeti azınlıkta olmaları, intikamları da aslında oldukları gibi kalmaya devam etmekten ibaret. Marcus Aurelius’un dediği gibi “onlardan intikam almanın en iyi yolu onlara benzememek” belki de (Düşünceler, VI, 6). Yine de intikam-şiddet ilişkisi hakkında kesin bir şey söylemek zor.
Bunlar benim bu iki romandan yola çıkarak düşündüklerim. Hızlıca yazdım. Çarpıtıyor da olabilirim, hatta büyük olasılıkla çarpıtıyorum. Har’da veya Tol’da teorik bir bakış yok, dolaysızlık istenciyle iç içe geçen teori karşıtı bir yan var. Bununla ilgili son bir alıntıyla bitireyim. Tol’da Ahmet, Şair’e yazdığı mektuplardan birinde şöyle diyor (s. 242):
Cumaları toplantı günü.
Sekiz-on kişiden fazlası olmuyor. […]
Gelenler çoğunluk gözlüklü, sakallı, kısık, mayhoş sesle konuşan, ağır ağır hareket eden üniversiteliler. […]
Kitle çalışmasından, sivil kitle örgütlerinden, kitleselleşmekten söz ediyorlar. Adını sanını duymadığım adamlardan bitmek tükenmek bilmez alıntılar yapıyorlar, yeni mücadele biçimleri geliştirmekten dem vuruyorlar, da ortada ne kitle, ne de mücadele var. […]
Toplantılarda her seferinde aynı sahne yaşanıyor. Ortalara doğru sözü alıyorum, heyecanla, verilen görevlerin ne kadarının yerine getirilip getirilmediğini herkese tek tek soruyorum.
Ben sordukça ortalığa soğuk, gergin bir hava yayılıyor, gençler huzursuz huzursuz kıpırdanmaya başlıyor. Alışmamış ki bunlar hesap vermeye de sormaya da. […]
Son söz: alıntıların da gösterdiği gibi Murat Uyurkulak’ta birçok güzel cümle var. Kitapları okumuş arkadaşlarımla konuşurken herkesin farklı farklı karakterleri, farklı farklı cümleleri sevmiş olduğu ortaya çıktı. Herkes kendi minör-oluşuna bağlı olarak başka cümleleri seviyor. Ben en çok hangi cümleyi sevdim diye düşündüm, küfürlü olanları eledikten sonra kalanlardan en sevdiğim cümleyi bu yazının başlığı yaptım.
20 Kasım 2009 Cuma
"Bi öpücük versene..."
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilÖncelikle cevabına teşekkür ederim. Aslında “kendini bilmek” sorusuna gelmeden önümüzde koca bir “kendi” dediğimizde ne anlıyoruz? sorusu belirir ki o zaman işler gerçekten karmaşıklaşır. İlk olarak şunu şöylemek gerekir. Etik meseleler düşünsel hayatta neden sonradan ortaya çıkıyor? Bu bir genelleme ki bunun tam tersi levinas’a işaret ederek ortadan kaldırılabilir. Oysa ilk felsefe olarak etiği öne ortaya atmak bile belirli adımların önceden atıldığını varsaydığı ölçüde bu da sorun olarak kalır. Bu genellemeye bir örnek badiou’nun etik kitabına yazdığı önsözdür. Orada teorik inşasının somut sonuçlarını çıkarmaktan bahseder. Önce birkaç temel belirlenimle deleuze’un ahlak ve etik arasından ayrıma benzer bir ayrıma gider. Sonra “Durum” dediği şeyi tanımladıktan sonra çeşitli etik kategoriler sıralar ( örneğin, sadakat) aslında bu kitapta deleuze hakkında hiç yazmaması da enteresan bir durumdur. Badiou konusunu kapatıyorum. Bir başta hat ve kendini bilmek nedir sorusunu sorarken aklıma iki şey vardı. Bunlardan birincisi, dieter henrich’nin çok iyi bir makalesi. Buradaki bahsedilen önermelerden biri “ the self that constitutes itself through approval in moral insight is really more than the nous or the theoricak self”. Bu önermenin açılımı olarak görebiliriz bu makaleyi. Buradaki “aprroval” kısmının öneminden bahsediyor. Burada bahsedilen kendi, kendilik bilinci, özdüşünümsellik sorununun henrich’in en asal problemlerinden biri olduğu düşünülürse önemi daha da artacaktır. İkincisi, kendilik konusunda fenomenolojik analizler yani düşünümsel öncesi hatta onu mümkün kılan minimum bir kendilik anlayışı. Bunu da açmıyorum burada… Ama konunun hakkını vermek açısından söyleyecek sözünün olduğunu da eklemek gerekir…
YanıtlaSilDeleuze’e dönersek tekrar. Onu da “unutma” konusundan başlayarak irdelemek gerek. Deleuze benim için her zaman yaratmanın, yeninin düşünürü olmuştur. Tabii ki yaratmak kolay bir şey değildir. Yaratmak her şeyden önce geçmişle asgari bir ilişkiyi varsayar. Bunu “yavaş yavaş acele etsene” mantığında çok güzel ifade ettiniz: geçmiş metinlere çok fazla yaslanırsak orada kalırız; tam tersi hızlı gidersek ortada gerçek anlamda söyleyecek bir şey olamaz. Bunu unutma konusunda bir çıkış alabiliriz. Eğer toptan unutursam gerekli asgari bağlamı kaçırırım, eğer unutmazsam intikam ile dolarım. Tam da bu “arada” oluyor her şey. Ayrıca bir çok yanlış anlama da ortaya çıkabilir. Örneğin, kayıtsızlık gibi. O zaman geçmiş ile yaratıcı ve olumlu bir ilişki içinde olmalıyım. Tam da “unutma”yı konu olarak önüme serdiğim anda hem unutma yolunda adım atıyorum hem sürekli meşgul olduğum için unutmuyorum. Burada tam da intikam’a dönüşme tehlikesi var. Bu tehlikeyi nasıl ortadan kaldırmak lazım. Belki de kendimizle ilgili bize özel pratiklerle. Özetle, unutmak zaten sonunda bir şekilde gerçekleşiyorsa ( kayıtsızlıkla örneğin) yukarıda bahsettiğim tehlikeyi göze alarak bir etik tasavvur etmemiz gerekiyor. Burada kesiyorum. Bahsettiğim makaleyi gönderiyorum. Umarım ilgini çeker. Çünkü orada Platon, Aristoteles ve kant’tan itibaren alman idealizmine giden yola dair çok önemli şeyler söylüyor.
http://s31.ifile.it/v671wr2/by09/268079/Henrich_Kant_Unity_of_Reason.pdf