1) Deleuze’ü olayların, kitapların, romanların, filmlerin… sembolik yanına genelde pek önem vermediği için seviyorum. Buna “rahat olmak” ya da bir tür “komplekssizlik” de diyebilirsiniz. Örneğin Deleuze bir klasik müzik yapıtından, Mahler’den, Schönberg’ten söz ederken üst düzey bir sanat yapıtından söz eder bir havayla konuşmuyor. O an ele aldığı problem, o an tartışmakta olduğu şey Mahler’den ya da Schönberg’ten söz etmesini gerektirdiği için bunlardan söz ediyor. Bu nedenle de Deleuze, Mahler’den söz ederken sergilediği ciddiyet ve dikkatle Edith Piaf’tan, Charles Trenet’den de söz edebilir. Proust’a, Kafka’ya gösterdiği özeni bir bilim-kurgu romanına ya da polisiyeye de gösterebilir. Ölçüt başvurulan yapıtın, gönderme yapılan ürünün sembolik değeri değil, o an tartışılan problemin ortaya konuşunda bizi ilerletip ilerletmeyeceği. Önemli olan, çok zor ve anlaşılmaz yapıtlardan alıntılar yapabilmek değil, düşüncenin ilerleyebilmesi ve problem çözmek için yeni kavramlar icat edebilmesi.
2) Deleuze’ü felsefeyle yaşam arasında gerçekten bağ kurabildiği için seviyorum. Felsefenin yaşamdan kopmaması gerektiği fikri neredeyse herkesin kabul ettiği bir şey. Ama ne anlıyoruz bu herkesin kabul ettiği fikirden? Bol dipnotlu, uzun bibliyografyalı metinler yazmamayı mı? Herkesin rahatça anlayabileceği gündelik bir dil kullanmayı mı? Çok karmaşık şeyler söylememeyi mi? Evet, genelde böyle bir şey anlıyoruz. Ama bir felsefe metninden dipnotları, bibliyografyayı, karmaşık cümleleri, teknik denebilecek kavramları, ilk başta yadırgatıcı gelebilecek terminolojiyi attığımızda geriye zaten felsefe de kalmıyor. Felsefeyi yaşamla birleştirelim derken felsefeyi ortadan kaldırıyoruz aslında. Akademizme karşı, yaşamla bağını koparmamış bir felsefeyi savunurken aslında kavramsal araştırma yapmamayı, kanaatlerin egemenliğini, kısacası tembelliği savunuyoruz istemeden de olsa. Oysa Deleuze felsefeyle yaşam arasında bağ kurarken tam da tembelliğe ve aptallığa karşı çıkıyor, felsefenin aptallığa ve sıradanlığa karşı yapılan bir şey olduğunu, dünyadaki aptallık miktarını azaltmaya hizmet ettiğini söylüyor. O zaman Deleuze için felsefenin yaşamla birleşmesi sıradan bir anti-akademizmden ibaret değil.
Aptallık da tembellik de aslında hiç problem görememek demek. Problemlerin şiddetine maruz kalmayı becerememek, olaylara, karşılaşmalara, yaşamın taşıdığı güçlere kayıtsız kalmak demek. Yaptığımız herhangi bir işin yaşamla bağını kurabilmek için o işi basitleştirip herkesin anlayabileceği bir şekle sokmaktansa problematik hale getirmeliyiz. Felsefeyi yaşama bağlayan şey anti-akademizm değil problemler. En karmaşık felsefe metinleri, bol dipnotlu, uzun bibliyografyalı kabus metinler onların hangi problemleri çözmek için yazıldığını anlamaya başladığımızda bir anda hafifliyorlar. O zaman onları kendi dünyamızda bir yere oturtabilmeye başlıyoruz. Akademizme gelince, fazla akademik metinler, evet, yorucu ve sıkıcı olabilir. Ama onlar da daha problematik, dolayısıyla daha felsefi metinlerin yazılabilmesini sağlıyorlar. Deleuze başka filozoflar üzerine yazarken sık sık bu akademik kaynakları kullanıyor ve onlardan kendi problemlerini çözmek için faydalanıyor. Deleuze’ün dediği gibi yeni başlayanlar için Beethoven diye bir şey yok. Herkes aynı Dokuzuncu Senfoniyi dinliyor. Felsefe için de durum bundan farklı değil. Tek bir Platon, tek bir Kant var: problem çözmeye çalışan Platon, problem çözmeye çalışan Kant… Ama aynı Platon’un, aynı Kant’ın her zaman felsefeci olmayanlara da öğretebileceği şeyler oluyor.
Aptallık da tembellik de aslında hiç problem görememek demek. Problemlerin şiddetine maruz kalmayı becerememek, olaylara, karşılaşmalara, yaşamın taşıdığı güçlere kayıtsız kalmak demek. Yaptığımız herhangi bir işin yaşamla bağını kurabilmek için o işi basitleştirip herkesin anlayabileceği bir şekle sokmaktansa problematik hale getirmeliyiz. Felsefeyi yaşama bağlayan şey anti-akademizm değil problemler. En karmaşık felsefe metinleri, bol dipnotlu, uzun bibliyografyalı kabus metinler onların hangi problemleri çözmek için yazıldığını anlamaya başladığımızda bir anda hafifliyorlar. O zaman onları kendi dünyamızda bir yere oturtabilmeye başlıyoruz. Akademizme gelince, fazla akademik metinler, evet, yorucu ve sıkıcı olabilir. Ama onlar da daha problematik, dolayısıyla daha felsefi metinlerin yazılabilmesini sağlıyorlar. Deleuze başka filozoflar üzerine yazarken sık sık bu akademik kaynakları kullanıyor ve onlardan kendi problemlerini çözmek için faydalanıyor. Deleuze’ün dediği gibi yeni başlayanlar için Beethoven diye bir şey yok. Herkes aynı Dokuzuncu Senfoniyi dinliyor. Felsefe için de durum bundan farklı değil. Tek bir Platon, tek bir Kant var: problem çözmeye çalışan Platon, problem çözmeye çalışan Kant… Ama aynı Platon’un, aynı Kant’ın her zaman felsefeci olmayanlara da öğretebileceği şeyler oluyor.
3) Deleuze’ü başkalarına karşı pozisyon almadığı için seviyorum. Bu da onun “rahatlığının” bir başka boyutu aslında. Güzel bir iş yaptığımızda ya da güzel bir iş yaptığımızı sandığımızda nedense en korktuğumuz şey yaptığımız işin başkalarının aynı alandaki işleriyle karıştırılabilecek olması. Bu yüzden de hep pozisyon alıyoruz. “X kişinin yaptığı iş benimkine çok benziyor olabilir, ama aslında biraz dikkatli bakarsanız benim yaptığım işin şu şu açılardan ne kadar yeni ve de ne kadar farklı olduğunu görürsünüz” türünden cümleler kurmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Hatta iyice abartıp, yaptığımız işler başkalarınınkine benzemesin diye, en azından yeni gibi görünsün diye uğraşıyoruz. Kısacası pozisyon almayı kendi etkinliğimize de bulaştırıyoruz. İşte Deleuze bunu yapmıyor. Çünkü problem çözmek için felsefe yaptığınızda diğer filozoflarla tartışmanıza bile gerek yok. Diğerlerinin problemleri sizinkilerden farklı sadece. Onlarla karşılaşmalar, yakınlaşmalar, uzaklaşmalar yaşayabilirsiniz elbette, bunlar da çalışmanızı besler. Ama size kendini dayatan problemin şiddeti aslında pozisyon almanız için gerekli zamanı bile bırakmaz. Çünkü pozisyon almak zaman öldürmenin iyi bir yolu. Pozisyon aldığınız kişi de size pozisyon alır ve karşı tarafın sizi nasıl yanlış anladığını ona anlatabilmek için vakit harcayıp durursunuz, iş sonunda örtük ya da açık hakaretlere varır vb.
4) Deleuze’ü kendinden söz etmediği için seviyorum. Kendinden söz etmekle kendini sevmek aynı şey değil. Kendimizi sevmek, varlığımızın dünyaya bir şeyler kattığını düşünmek hepimize iyi gelebilecek bir duygu ve büyük olasılıkla Deleuze de bu anlamda kendini seviyordu. Deleuze’ün kendini sevmediğini değil kendinden söz etmediğini söylüyorum. Deleuze anılarını, alışkanlıklarını, kişisel denebilecek görüşlerini anlatmıyor. Bir anının diğerinden, bir tuhaf alışkanlığın diğerinden çok da farklı olmadığını düşünüyor muhtemelen. Bunları anlatmak felsefi çalışmanın “zorunluluğunu” kirletecek şeyler. Bir felsefe sorununun bizim için temel sorun haline gelmesi, bütün vaktimizi alması vb. çocukluk anılarımızla ya da kişisel tercihlerimizle açıklanamayacak bir zorunluluğa dayanıyor. Çocukluğumuzdan kalan bir sorunu değil kendini bize dayatan bir problemi çözmeye çalışıyoruz.
Ama Deleuze yalnızca kendinden değil kendi kitaplarından, bunlar arasındaki bağlardan da pek söz etmiyor (kitaplar çıktıktan hemen sonra yaptığı söyleşiler hariç, ama bu söyleşilerde de Deleuze kitabın ele aldığı problemi açmaya çalışıyor genelde). Bunun nedeni belki de Deleuze’ün kendilik denebilecek şeyi bir bütün olarak değil bir süreç olarak görmesi. Deleuze’ün her yazdığı kitap “Deleuze” denen bütüne yeni bir parça eklemiyor, Deleuze diye bildiğimiz filozofu kateden hareketteki, atılımdaki bir yön değişikliğini belirtiyor sadece. Bu yüzden de Deleuze daha önce yazdığı kitaplara göndermeler yaparak yeni eklenen parçanın bütün üzerindeki etkisini tartmak zorunda değil. Düşünce bir yöne doğru ilerliyor ve bu ilerleyişin gereklerine bağlı olarak bazı kavramları bırakıyor, yeni kavramlara başvuruyor, yeni problemlerle ilgilenmeye başlıyor. Bu açıdan önemli olan, iç tutarlılığı sürdürmek ya da yaptıklarının hesabını vermek değil, gidilen yöne layık olabilmek, hareketin şiddetine dayanabilmek. Bunun için de kendimizden değil kendimizi kateden başka şeylerden söz etmemiz gerek. Yapıtın iç tutarlılığı, Deleuze’ün değil Deleuze yorumcularının çözmesi gereken bir sorun.
Ama Deleuze yalnızca kendinden değil kendi kitaplarından, bunlar arasındaki bağlardan da pek söz etmiyor (kitaplar çıktıktan hemen sonra yaptığı söyleşiler hariç, ama bu söyleşilerde de Deleuze kitabın ele aldığı problemi açmaya çalışıyor genelde). Bunun nedeni belki de Deleuze’ün kendilik denebilecek şeyi bir bütün olarak değil bir süreç olarak görmesi. Deleuze’ün her yazdığı kitap “Deleuze” denen bütüne yeni bir parça eklemiyor, Deleuze diye bildiğimiz filozofu kateden hareketteki, atılımdaki bir yön değişikliğini belirtiyor sadece. Bu yüzden de Deleuze daha önce yazdığı kitaplara göndermeler yaparak yeni eklenen parçanın bütün üzerindeki etkisini tartmak zorunda değil. Düşünce bir yöne doğru ilerliyor ve bu ilerleyişin gereklerine bağlı olarak bazı kavramları bırakıyor, yeni kavramlara başvuruyor, yeni problemlerle ilgilenmeye başlıyor. Bu açıdan önemli olan, iç tutarlılığı sürdürmek ya da yaptıklarının hesabını vermek değil, gidilen yöne layık olabilmek, hareketin şiddetine dayanabilmek. Bunun için de kendimizden değil kendimizi kateden başka şeylerden söz etmemiz gerek. Yapıtın iç tutarlılığı, Deleuze’ün değil Deleuze yorumcularının çözmesi gereken bir sorun.
5) Deleuze’ü felsefeyi diğer etkinliklerden daha üstün görmediği için seviyorum. Yaptığımız işin dünyadaki en önemli şey olduğunu düşünme eğilimindeyiz genelde. Ekonomistsek dünya ekonomi bilmeden anlaşılamaz, psikologsak dünya psikoloji bilmeden anlaşılamaz vb. Kendi alanını en temel alan olarak görme saplantısı filozoflarda daha da sık görülüyor. Felsefenin en temel disiplin, diğer disiplinlerin kaynağındaki disiplin olduğu görüşü filozoflar arasında epeyce yaygın. Oysa Deleuze bir matematikçinin kendi yaptığı işi anlamak için matematik felsefesi yapmaya ihtiyacı olmadığını söylüyor. Felsefe kavramlar üreten bir disiplin ve bu bakımdan bilime, sanata bir üstünlüğü yok.
Bu görüşün anlamı ve derinliği, Aristo’nun İkinci Analitikler’ini okurken belirginleşmişti benim için. Aristo’ya göre her bilim akıl yürüterek ve çıkarımlar yaparak ilerliyor. Her bilimsel çıkarım da belli öncülleri varsayarak yapılıyor. Bir çıkarımın öncüllerini başka bir çıkarımın konusu haline getirerek gitgide daha temel öncülleri tanıtlayabiliriz bu durumda. Ama en temel öncüller, bir bilimin kaynağında yer alan ve onun çalışma alanını belirleyen öncüller bu şekilde tanıtlanamazlar (tanıtlanabilselerdi zaten o bilimin kaynağında yer almazlardı). O halde her bilim belli sayıda tanıtlanamaz, dolayısıyla kendiliğinden açık öncüle dayanıyor ve farklı bilim dalları arasında geçişlilik yok. Mesela bir geometri problemini aritmetikle çözemeyiz, çünkü bunların öncülleri farklı (ya da yeni öncüllere dayanan analitik geometri diye bir şey icat etmemiz gerekir, bilimler arasındaki geçişsizlikle ilgili olarak bkz. İkinci Analitikler, I, 7). Aynı şey felsefe için de geçerli değil mi? Felsefe diğer alanları temellendiremez, çünkü bunların öncülleri farklı ya da daha Deleuzecü konuşursak problemleri farklı. Ayrıca felsefenin en üstün disiplin olmayışının psikolojik bir yan etkisi de var. Deleuze, en temel öncülleri ya da problemleri sezmiş ama kimse tarafından anlaşılmamış lanetli düşünür, yalnız ve trajik filozof imajına sığınmıyor. Her disiplin bütünü kendi açısından yakaladığına göre, bunlarla uğraşanlar eşit derecede trajik ya da yüzeysel olmak zorundalar. Öte yandan, aynı nedenden dolayı, Deleuze metafiziğin aşılması, felsefenin ölümü gibi şeylere de inanmıyor. Felsefenin alanını belirleyen problem türleri aynı kaldığı sürece felsefe de devam ediyor işte.
Bu görüşün anlamı ve derinliği, Aristo’nun İkinci Analitikler’ini okurken belirginleşmişti benim için. Aristo’ya göre her bilim akıl yürüterek ve çıkarımlar yaparak ilerliyor. Her bilimsel çıkarım da belli öncülleri varsayarak yapılıyor. Bir çıkarımın öncüllerini başka bir çıkarımın konusu haline getirerek gitgide daha temel öncülleri tanıtlayabiliriz bu durumda. Ama en temel öncüller, bir bilimin kaynağında yer alan ve onun çalışma alanını belirleyen öncüller bu şekilde tanıtlanamazlar (tanıtlanabilselerdi zaten o bilimin kaynağında yer almazlardı). O halde her bilim belli sayıda tanıtlanamaz, dolayısıyla kendiliğinden açık öncüle dayanıyor ve farklı bilim dalları arasında geçişlilik yok. Mesela bir geometri problemini aritmetikle çözemeyiz, çünkü bunların öncülleri farklı (ya da yeni öncüllere dayanan analitik geometri diye bir şey icat etmemiz gerekir, bilimler arasındaki geçişsizlikle ilgili olarak bkz. İkinci Analitikler, I, 7). Aynı şey felsefe için de geçerli değil mi? Felsefe diğer alanları temellendiremez, çünkü bunların öncülleri farklı ya da daha Deleuzecü konuşursak problemleri farklı. Ayrıca felsefenin en üstün disiplin olmayışının psikolojik bir yan etkisi de var. Deleuze, en temel öncülleri ya da problemleri sezmiş ama kimse tarafından anlaşılmamış lanetli düşünür, yalnız ve trajik filozof imajına sığınmıyor. Her disiplin bütünü kendi açısından yakaladığına göre, bunlarla uğraşanlar eşit derecede trajik ya da yüzeysel olmak zorundalar. Öte yandan, aynı nedenden dolayı, Deleuze metafiziğin aşılması, felsefenin ölümü gibi şeylere de inanmıyor. Felsefenin alanını belirleyen problem türleri aynı kaldığı sürece felsefe de devam ediyor işte.
6) Deleuze’ü hayatı olumlamanın yeni imajlarını, figürlerini yarattığı için seviyorum. Deleuze’ün bir olumlama filozofu olduğu, sevinçli bir etik geliştirdiği, olumsuzlamayı ve üzüntüyü meşrulaştıran felsefelere karşı çıktığı sıkça söylenen bir şey. Ama bunlar neden Deleuze’ü bizim için ilginç hale getirsin ki? Deleuze hakkında söylediklerimizin tamamını örneğin Epikuros için de söyleyebiliriz. Belki de Deleuze’ün bizim için önemi olumlamayı icat etmiş olmasında değil, yeni olumlama figürleri icat etmiş olmasında. Epikuros ya da Tao okuduğunuzda genelde söylenenleri anlarsınız, doğru bulursunuz, ama etkilenmezsiniz. Verilen örnekler, kurulan analojiler, düşünce deneyleri vesaire sizden çok uzaktadır, adeta eskimiştir. Bu yüzden Taoculuğu tekrar tekrar anlatan yeni kitaplar çıkıyor sürekli. Bunlar öğretiyi yenilemiyor, onun imajını yeniliyor. Pierre Hadot, Marcus Aurelius’un Stoacılığı üzerine yazdığı kitapta, onun Stoacı öğretiye en küçük bir teorik katkı yapmadığını, ama Stoacılığı kendisi için tekrar anlamlı, canlı hale getirecek düşünce egzersizleri yaptığını gösteriyordu (Hadot’nun meşhur “zihinsel egzersiz” kavramının temel işlevi bu tür bir etkinliğin altını çizmek anladığım kadarıyla). Deleuze de Stoacılardan Nietzsche’ye birçok olumlama filozofunu tekrar anlamlı hale getirecek egzersizler yapıyor, onların felsefelerini tekrar ederken imajlarını yeniliyor. Bu yüzden, Deleuze’ün Nietzscheciliği bize Nietzsche’nin kendisinden daha yakın aslında.
Deleuze’ün felsefe yapma tarzını sevmemin nedenleri bunlardan ibaret değil elbette, şimdilik aklıma gelen ya da en azından daha iyi ifade edebileceğimi düşündüğüm nedenler bunlar. Bir filozofun ya da herhangi birinin tarzı hakkında konuşmak zor. Tarzdan anladığım, bir insanın etrafına yaydığı, görür görmez onu sevmemize ya da itici bulmamıza neden olan titreşim gibi muğlak bir şey aslında. Ben Deleuze’ü video kayıtlarını görür görmez sevdim. Felsefesinde katıldığım ya da tartışmalı bulduğum yerler var, ama bu felsefe yapma tarzını hâlâ seviyorum. Kesin bu sevgide kişisel unsurlar da vardır, Deleuze’ün klişe diyeceği kanaatler de onu besliyordur. Buraya yazmaya değmeyecek şeyler…
basit bir soru: sanat bilim felsefe yarattığı ölçüde üstünlükleri yok birbirlerine. Fakat bir bilim insanı örneğin en basitinden nasıl yaşamayalıyım? diye sorduğunda - ki bu kötü bir soru da olabilir ki ancak bunu ilerledikçe öğrenecektir - felsefe ye yavaş yavaş yaklaşmakta olmuyor mu? ya da örneğin varlık sorusunu.. belki de deleuze bilimin sanatın felsefenin ne olduğunu bildiği için rahattır. ama bir bilim adamı felsefenin ne olduğunu daha bilmiyor. ne yaparsak yapalım felsefe az da olsa önde gibi..
YanıtlaSilAnladığım kadarıyla, Deleuze felsefenin diğer disiplinlerden üstün olmadığını söylerken daha çok felsefenin diğer alanları temellendirebilecek bir konumda olmadığını söylemeye çalışıyor. Matematiği temellendirmek için matematik felsefesine, fiziği temellendirmek için fizik felsefesine ihtiyacımız yok. Elbette Deleuze’ün bu yaklaşımını Heidegger’in “temel ontoloji” fikriyle karşıtlık içinde düşünebiliriz. Heidegger, fizikçinin doğayı açıkladığını, ama doğanın ne olduğunu bilmediğini, bu sorunun da önce fiziğe karşılık gelen bölgesel bir ontolojiye, son kertede de temel ontolojiye ait olduğunu düşünüyordu. (Bu arada, Heidegger’in yaklaşımı da aslında Aristo’ya dayanıyor, ama İkinci Analitikler’de bilimler arasında geçişsizlik olduğunu söyleyen Aristo’ya değil, Metafizik’te en yüksek noktasında ilk felsefenin durduğu bir bilimler hiyerarşisi öneren Aristo’ya.)
YanıtlaSilAma sizin sorunuz felsefenin teorik üstünlüğüyle ilgili değil, etikle, ahlakla, varoluşla, felsefenin pratik üstünlüğüyle ilgili. Deleuze bu açıdan da felsefenin üstün olmadığını söylerdi muhtemelen. Bir insan “nasıl yaşamalıyım?” diye sorabilir – bence güzel bir soru bu. Ama bu soru sadece felsefeye ait değil ki. Felsefe bu soruyu kavramsal bir düzlemde problemleştiriyor. Şiir de aynı soruyu şiirsel bir düzlemde, sinema sinemasal bir düzlemde problemleştirebilir. Bunu yapan birçok şiir ve film var zaten. Aristo, Nikomakhos’a Etik’in ilk kitabının sonlarında, erdemli olmak için kimsenin etik okumak zorunda olmadığını, hatta erdemli olmanın sırf etik okumakla öğrenilecek bir şey olmadığını söylüyordu. Benzer bir şeyi Kant da ahlaklı olmakla ilgili olarak söylüyor. Varlık sorusuna gelince, o da sadece felsefenin sorusu değil (hatta Heidegger bile felsefeden çok şiire başvuruyor bu soruyu açmak için).
YanıtlaSilO halde, ya felsefenin anlamını genişletip varlıktan, erdemden söz eden şiirlerin, romanların… da bir şekilde felsefi olduğunu söyleyeceğiz, ama o zaman felsefenin ne olduğu iyice belirsizleşecek, ya da felsefeyi kavramsal çalışmayla sınırlı tutup felsefenin kavramsallaştırarak problemleştirdiği soruları başka alanların da kendi yöntemleriyle problemleştirebileceğini kabul edeceğiz. Deleuze ikinci seçeneğe yakın.
Peki biyoetik, tıp etiği, çeşitli meslek etikleri nerede duruyor? Bunlar tıpkı analitik geometri gibi yeni öncüllere ya da problemlere dayanan bağımsız disiplinler belki de. Yani: biyoetik, biyolojiye ve felsefeye eşit derecede uzak ya da yakın.
Şimdilik söyleyebileceklerim bunlar. Daha çok düşünüp daha sağlam bir yanıt da aranabilir elbette…
Bir örnek verelim. Bir bilim adamı heidegger’in ‘bilim düşünmez’ ya da ‘hesaplayan düşünce’ sözleriyle ve bu ayrımları gördüğünde bunu başta kibir sanabilir. Ama dikkatlice baktığında burada insanı çarpan bir yan var. Bir problem var ortada. Heidegger’in sözünün ikna ediciliğinden ziyade bu ayrımın insanı gönderdiği bir problemler alanı var. Ve bu çok kafa açıcı bir şey! Bunu organik kimyanın bir alanıyla ya da matematikteki sayı teorisiyle bir tutamazmışız gibi geliyor bana..
YanıtlaSilİkincisi, ‘nasıl yaşamalıyım’ sorusunu bir şair de sinemacı da sorar. Ama sorun adalet, kötülük, erdem, arzu gibi konulara geldiği ölçüde artık bazı metinlere gönderiliyoruz yine. Insan tabii ki okumadan da ahlaklı yaşayabilir. Ama sürekli kendine sorular sorma, örneğin yaşamamın amacı mutluluk mudur? Gibi bir soruya layıkıyla cevap veremez insan. Çünkü önce ‘durması’ lazım bir insanın – epokhe gibi : ne yaşıyorum diye sormak durmaktır bir anlamda. Durması ve sorular sorması, hatta çoğu yerde tıkanması bir çok yere yöneltebilir insanı.. örneğin, Nikomakhos’a Etik’e ya da ahlakın soykütüğü üstüne ye. Bunlarla diyaloğa ya da ilişkiye girmeyen bir insanla bunlarla ilişkiye bir arasında fark olacaktır. Diğeri sadece sonucunu bilmeden bir deneye girdiği için bile ya da ilişkiye girdiği için daha ‘güçlü’ olacaktır. O yüzden etik okuyanla okumayan arasına yine de bir çizgi çizmek gerekir gibi.
Hakan bey guzel bir Deleuze yorumu olmus, Deleuze felsefesi uzerine bir kitap cikarsaniz keske .
YanıtlaSil