3 Kasım 2010 Çarşamba

"Çirkin, yavrum, dudaklarındaki kızıllık"

Birisi bize bir kötülük yaptığında neden o kötülüğün yol açtığı zararla orantılı olmayan, daha büyük bir üzüntü duyuyoruz? Örneğin birisi haber vermeden bize ait bir eşyayı aldığında (“çaldığında”) neden o eşyayı kaybetmenin vereceği üzüntüden daha büyük bir üzüntü duyuyoruz? Elbette gerekli bir şeyi kaybetmenin üzüntüsüne aldatılmanın ya da kazık yemenin öfkesi de eklendiği için. Ama aldatılmak kendi başına neden üzücü olsun? Önemli olan ne kaybettiğimiz değil mi? Zaten bize kötülük yapan kişi bir yakınımız, sevdiğimiz bir dostumuz olduğunda üzüntümüz artıyor. Daha çok üzülüyoruz çünkü daha çok şey kaybediyoruz, yalnızca bir eşya değil bir dostluk, bir güven ilişkisi de kayboluyor. Demek ki çektiğimiz üzüntü o kadar da orantısız değil. Aynı şekilde çalınan şey bizim için değerliyse daha çok üzülüyoruz, değersizse o kadar aldırmıyoruz. Peki ama üzüntümüzün derecesini belirleyen tek şey kaybımızın büyüklüğü mü? Başka faktörler de vardır belki. Alınan şey onu alana mı daha çok lazım bize mi? Sakin kafayla bu soruyu kendimize sorarsak belki duygularımız dengelenir... Hepsi bu mu? Şöyle bir durum hayal edelim: hiç tanımadığımız biri bize bir kötülük yapsın. O kişiyi zaten tanımadığımız için üzüntümüzün kaybettiğimiz nesneyle sınırlı olması gerek. Dostluk falan kaybetmedik, sadece bize ait bir şey artık yok. Böyle mi oluyor gerçekten?
Tam böyle olmadığını göstermek için biraz dolambaçlı bir yol izleyeceğim. Önce Bergson’un yaşamın iki yönü arasında yaptığı güzel bir ayrımı hatırlayalım. Bergson deneyimin bir karışım olduğunu söylüyor. Gündelik hayat bir karışım; zihinsel yaşantılar karışım; matematik, fizik, biyoloji karışım; algı, anımsama karışım; ahlak, din ve sanat karışım… Filozofun görevi de bu karışımları anlamak için onları saf eğilimlerine ayırmak, koşullanmış olan deneyimleri anlamak için karışım içermeyen, saf koşullara gitmek. Yaşam ya da canlılık da bir karışım ve Bergson’a göre bu karışım kabaca iki saf eğilime ayrıştırılabilir: yaşamda kendini kollayan, biriktiren, depolayan bitkisel bir yan var, ama harcayan, enerji saçan, sakınımsız bir hayvansal yan da var. Bitkisel hayat beslenme ve üreme merkezli bir hayat, bireyin ve türün varlığını sürdürmesinin peşinde koşan bir hayat. Hayvansal hayat beslenmeden ve üremeden fazlasını istiyor. Dünyayı algılamak, dokunmak, koklamak, tat almak, yer değiştirmek, koşturmak istiyor. Bu yüzden bitkiler enerji depoluyor, hayvanlar enerji saçıyor. Bitkiler kapalı, hayvanlar daha açık. Bitkiler muhafazakar, hayvanlar devrimci. Bitkiler hayatın sağcı yönü, hayvanlar solcu yönü.
İlk bakışta Bergson’un bitkilere haksızlık ettiğini düşünmek mümkün elbette. Ama bitkinin ve hayvanın Bergson için farklı yaşam formlarından ibaret olmadığını, bunların aslında yaşam denen karışımın ardındaki iki saf eğilim olduğunu aklımızda tutarsak bu haksızlık suçlaması da geçerliliğini yitirmeye başlar. Saf bitki, saf hayvan diye bir şey gerçekte yok. Her bitkide çeşitli dozlarda hayvansal eğilim de var, her hayvanda zorunlu olarak çeşitli dozlarda bitkisellik de var. Somut olarak karşımıza çıkan yaşam formları bu iki saf eğilimin farklı oranlarda karışmasıyla oluşuyor. Bitkiler de hayvanlar da çevreleriyle ve diğer canlılarla dinamik, karışık etki-tepki ilişkileri içinde yaşıyor (ama bu yanıt sizi tatmin etmediyse bitkiden ve hayvandan metaforik olarak söz ettiğimizi de düşünebilirsiniz). Üstelik bu eğilimlerin belirleyiciliği sadece bitkiler ve hayvanlarla sınırlı değil, insan hayatının her alanında, yaptığımız her etkinlikte bu iki eğilime karşılık gelen yanlar bulmak da mümkün. Aç olduğumuz için yemek ya da tadını çıkara çıkara yemek, üremek için seks ya da seks için seks, karşılıklı çıkar üzerine kurulu dostluk ya da sevgi üzerine kurulu dostluk, mantık evliliği ya da aşk evliliği, para kazanmak için çalışmak ya da para kazanamasak bile sevdiğimiz işi yapmak. Bu liste uzar gider...
İnsanın diğer canlılardan ayrıldığı yer bu etkinlikleri belli ölçütlere göre değerlendirebilmesi. Belki kişiden kişiye değişir ama ikinci gruptaki etkinlikler kulağa daha bir sempatik geliyor. Çalışmaya tümüyle karşı değilseniz sevdiğiniz işi yapmak para için çalışmaktan daha güzel, evliliğe tümüyle karşı değilseniz aşk evliliği mantık evliliğinden daha güzel. Ama unutmayalım, bunların hepsi zaten karışım. Aşk evliliği de bir karışım ve asgari de olsa bir mantık barındırıyor. Para kazanmadan sevdiğiniz işi yapsanız bile bir şekilde geçinmeniz gerek vb. Dolayısıyla bunlar iki ayrı grup değil aslında, etkinliklerin ardındaki iki ayrı yön. Etkinlikleri değerlendirirken, mesela bir şey yapmaya ya da yapmamaya karar verirken iki yönden birini seçmiyoruz, iki yönün farklı karışımlarından birini seçiyoruz.
Evet, bir karışımı seçiyoruz. Ama iki yön eşit ağırlıklı değil. Bitkisel yön hep daha ağır basıyor çünkü biraz olsun kendini kollamak zorunlu, az da olsa biriktirmek zorunlu. Sevdiğim işi yapabilmem için önce hayatta kalmayı başarmam gerek. Bir aşk yaşayabilmem için o aşkın aşırı mantıksız ve yıkıcı olmaması gerek. Hayatın güzelleştirilmesi hayatın sürdürülebilirliğini ortadan kaldırmamak zorunda. Hayvansal yön hep daha silik, daha kırılgan. Saf eğilim olarak hayvansallığa karşılık gelen şeyler hep “olmasa da olur” diyebileceğimiz ya da gerekliliğine insanları ikna edemediğimiz şeyler. Param yoksa geçici işlerde bile olsa çalışmam zorunlu, ama sevdiğim işi yapmam en azından diğer insanların gözünde zorunlu değil. Yemek yemem zorunlu ama bir sürü para verip suşi yemem zorunlu falan değil… Dolayısıyla bu kırılgan saf yön karışımda zayıf bir oranda bulunsa bile kimse onun eksikliğini hissetmez. Aşk, sevgi, dostluk ya da felsefe, müzik, edebiyat gibi hayvansal şeyler var olmadıklarında eksikliği hissedilmeyen şeyler aslında. Biriktirme, kendini kollama merkezli etkinliklerin aksine bunların varlığından haberdar olmayan biri hayatımda sevgi yok ya da müzik yok demez. Hatta bunlarla karşılaştığında ne olduğunu hiç fark etmemesi, geçip gitmesi bile mümkün.
Öyleyse seçim yaparken neden her zaman sadece bitkisel yönü hesaba katmakla yetinmiyoruz? Çünkü enerji saçan, kırılgan etkinlikler yaşamın sürmesi için zorunlu değiller, ama yaşama anlam vermek için zorunlular. Hep karnı acıktığı için yemek yiyen, sadece üremek için seks yapan, para kazanmak için çalışan, mantık evliliği yapmış, bütün dostluklarını çıkarlarını gözeterek kurmuş birinin hayatı kimseye çekici gelmez. Böyle birinden bir de güzel, anlamlı bir şey yapmasını, mesela hiç olmazsa boş bir vaktinde sinemaya falan gitmesini, balık tutmasını, maç izlemesini bekleriz. Bunları da yapmıyorsa onun yaşadığını söylemek bile zor.
Kendimiz için doğru olan karışımı seçmenin bütün güçlüğü de burada işte. Her seferinde zorunlu olanla anlamlı olanı dengelemeye çalışıyoruz, yaşanılır bir denge arıyoruz. Hayatımızı sürdürmeye yetecek kadar bitkisel, yaptıklarımızın bize anlamlı gelmesini sağlayacak kadar da hayvansal… Bazen zorunlu olanı olabildiğince gözden çıkardığımız, saf anlamı hedeflediğimiz sınır-durumlar bile mümkün. Çalışmayıp aç kalmayı, mantıksız bir aşkın peşinde delirmeyi ya da ölüm orucunu göze almış biri zorunluluğu anlama, bitkiyi hayvana feda etmeyi göze alıyor aslında; kendi hayatını, Dağlarca’nın deyişiyle “bir anlamın gereken kurtuluşuna” feda etmeyi göze alıyor (“Cezayir Türküsü” şiirinden). Saf anlamın peşinden koşmak, zorunlu olduğu için değil, hayatta kalmak için de değil, sırf kendisi için anlamı istemek ve anlamdan vazgeçmek zorunlu olduğu halde anlamı istemeye devam etmek. Seks için seks, aşk için aşk, sanat için sanat, devrim için devrim (bunlar arasında bağlantılar da oluyor, kendi saf anlamının peşinden koşan biri bir şekilde başka bir saf anlamın peşinden koşana gizli gizli yol gösteriyor sanki).
En başta sorduğumuz, kötülükle ilgili soruya dönebiliriz. Bunların kötülükle ne alakası var? Birisi bize kötü bir şey yaptığında neden orantısız bir üzüntü duyuyoruz diye sormuştuk. Daha ileri gidip soruyu değiştirerek “hiç tanımadığımız birisi gene hiç tanımadığımız bir başkasına kötü bir şey yaptığında neden üzülüyoruz?” diye de sorabiliriz. Ya da belli belirsiz de olsa bir nezaketsizlikle, düşüncesizlikle karşılaştığımızda... Elbette artık buradaki üzüntümüzün de bir karışım olduğunu söylemek mümkün. Ama neyle neyin karışımı? Üzüntümüzün ardındaki saf eğilimler neler? Bergson olsaydı hiç beklenmedik eğilimler bulup çıkarabilirdi. Biz pek de emin olmamakla birlikte yaşamın iki saf yönünü bu üzüntüde de bulmayı deneyelim. Bir yandan kendini kollayan muhafazakar yan "bugün tanımadığım birinin başına gelen kötülük yarın benim de başıma gelebilir" diye düşünüp üzülebilir. Ama bu üzüntü yalnızca başkasına yapılan kötülüklerin değil bütün tehlikelerin uyandırabileceği bir duygu. Üstelik aynı muhafazakar yan, kötülüğün kendi başına gelmemiş olmasına sevinebilir de. Lucretius’un dediği gibi, deniz kazasını kıyıdan izleyen biri içten içe batan gemide olmadığına sevinir. Öte yandan hayvansal yan, bir insanın bir insana yaptığı kötülükte hayatın kendini kollayan yanının saflığı içinde ortaya çıkışına üzülebilir. O zaman kötülük insana özgü bitkisel hayatın, insandaki bitkisel yanın bir aşırılığı mı?
Madem bu ayrım üzerinden düşünmeye başladık, devam edelim: kötülük bir insanın seçtiği karşımın dengesini bozmayı göze almak, bile isteye başkası için küçük ya da büyük bir dengesizliğe yol açmak, onun için zorunlu olan bir şeyi elinden almak ya da hayatını anlamlı kılmasını engellemek. Bunda üzücü olan ne? Dengesizlik bazen (nadiren de olsa) yeni ve daha anlamlı bir dengenin önünü açabilir, belli olmaz. Üzücü olan şu: kötülük kendini korumanın, biriktirmenin, zorunluluğun başka hiçbir şeye yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkması. Kötülük yapan kişi güzel bir amaç uğruna bile kötülük yapsa zorunluluğa teslim oluyor, hayatını bir anlığına bile olsa zorunluluğa indirgemiş oluyor. Zarar vermediği insanlarda bile yarattığı üzüntünün kaynağında bu var. Bir insanın yapmaya mecbur kaldığı şeyi yapması hayatın zorunlu olmayan, kırılgan yanının üzerini iyice örtüyor. Her şey anlamsız hale geliyor, başka insanlarda (hatta biraz depresif anlarda kendimizde de) zorunluluktan başka bir şey göremez hale geliyoruz. Ne pahasına olursa olsun hayatta kalma, kendini koruma arzusu, hatta ne pahasına olursa olsun istediği şeyi yapma, olaylara istediği yönü verme arzusu, kendini bu arzuya teslim olmaya mecbur hissetmek. İşte kötülüğün açığa çıkardığı saf eğilim.
Elbette somut olarak karşılaştığımız kötülüklerin hiçbiri bu saf eğilimden ibaret değil. Hatta uç noktalarda bu eğilim iyice silikleşiyor. Zorunluluğa teslim olmanın o kadar öfke uyandırmadığı ya da kötülüğün zorunluluktan kaynaklanmadığı durumlar yok mu? Zorunluluğun uç noktasında, hayatta kalmak için kötülük yapan birine kendisinden kaynaklanmayan bir adaletsizliğin suçunu yüklemek zor. Daha çok diğer insanların bu duruma seyirci kalmak zorunda olması kötülükte üzücü olan eğilime benziyor. Anlamın uç noktasında, ortada bir sebep yokken sırf kötülük için kötülük yapan birini zorunluluğa teslim olmakla suçlamak da saçma (Proust bir yerde bunların “kötülük sanatçısı” olduğunu söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam).
Ama kötülük hakkında söylediklerimizin asıl sınırı bunların bütün kötülük örneklerini açıklayamıyor olmasında yatmıyor. Kötülüğü bu şekilde ele aldığımızda aslında insanlarla, kötülüğü yapan ya da ona maruz kalan insanla değil de yaşamın kötülükte açığa çıkan yanıyla ilgileniyoruz daha çok. Kötülük insanların başına “kötü” şeyler gelmesine yol açarken aynı zamanda yaşamın “çirkin” yanını ortaya çıkarıyor. Başka filozoflardan yola çıkarak kötülüğün “kötülüğünü” düşünebiliriz. Ama Bergon gibi vitalist bir filozof kötülüğün “çirkinliğini” düşünmemizin önünü açıyor. İnsanların kötülüğü değil, devam etme zorunluluğuna tamamen teslim olmuş yaşamın çirkinliği…

Son söz Dağlarca'nın. Anladığım kadarıyla bu çirkinlik Dağlarca'nın üzerine epeyce düşündüğü bir konu. En karanlık şiirlerinde Dağlarca yaşamın (en azından insan yaşamının) bir karışım falan olmadığını, bu teslimiyetten ibaret olduğunu hissettiriyor. Örneğin “Çirkin, yavrum, dudaklarındaki kızıllık,/ Kansız doğaya karşı.” diye başlayan “Çirkin” adlı şiir. Bergson’un aksine, Dağlarca’da kendini kollama, enerji depolama eğilimi bitkiden çok saf haldeki insana ait gibi görünüyor (en azından bazı şiirlerde). “Simgelerde Yüzler” şiirinde, insanların ya da “uyanmış tutsaklar”ın hamlığının, dikeyliğinin karşısında daha çok bitkisel bir eğrilik, “eğri uzun”luk var. Bu şiirden bir bölüm:

Almıştınız
Vurmuştunuz
Ovalar başak çoğalımıyla doluydu,
Derelerde vardı bilinmez anıların gücü.
Ağaçların yemişleri sizin ağırlığınızdaydı,
Çalmıştınız
Öldürmüştünüz çünkü.

Bir sorgu günü değil anlamak günü
Gözleriniz açılsa
Maviden
Açık kalsa ağzınız kandan şimdi
Sizi bağışlamaz yeraltı otları bile
Almaz yılan uykuları bile düşlerinizi sizin
Siz dikeysiniz, siz hamsınız.

Dağlarca’nın kötülük ya da dikeylik karşısındaki bu öfkesini dengeleyen daha az karamsar şiirleri de var elbette. Bir de Sextus Empiricus okurken Menandros’un şöyle bir dizesi olduğunu öğrendim: “Adaletsiz olmamak bizi güzel de yapıyor”.

2 yorum:

  1. "İnsanların kötülüğü değil, devam etme zorunluluğuna tamamen teslim olmuş yaşamın çirkinliği…"
    Yaşamın çirkinliği bu devam etme zorunluluğundan geliyor, evet. Ama insanların kötülüğünün en kötüsü buradan mı geliyor emin değilim. Burada kavramları birbirinden ayırmak gerekiyor sanırım. İnsan kötülüğü ile yaşam zorunluluğunun çirkinliği farklı değerlendirilmesi gereken tekiller. Aslında hala çok genel kategoriler. Bergson bir yerde "öyle kavramlar olmalı ki, yalnızca ilişkili olduğu durumu ya da nesneyi anlatmalı; bunu o derece yapmalı ki artık ona kavram demek bile zor olmalı" diyordu yanlış hatırlamıyorsam.

    Nietzsche'deki aktif-reaktif güç karşıtlığı düşünülebilir burada aslında. Aktif olan güçler her zaman olumlu, üretici, yıkıcılığına rağmen güzel. Bir zorunluluğa dayalı, bir şey için ya da bir şeye karşı kendilerini kuranlar da reaktif güçler. Eğer hayvansal yön dışarı doğru yöneliyor, hareket ediyorsa bunu daha fazlası için yapıyor. Zorunluluğun olmadığı durumda yapılan her şeyin, daha fazla olan, yalnızca kendisi için yapılan her şeyin güzel olması gerekmez mi bu mantık zincirinde? Ancak insan söz konusu olduğunda bir zorunluluk olmadan yapılan kötülüklerin de varlığını seziyoruz ve bunlar kötülük hiyerarşisinde birinci sıradalar. Zevk için öldürmek ya da işkence etmek mesela. O zevk de bir zorunluluktur diyebilir miyiz? Kötülük için kötülük ne demek, aktif bir güç gibi görünüyor kendisi için olduğundan, ama aktif olan kötü olabilir mi? Belki de onu kötü olarak algılayan biziz, değerlerimiz. Aslında bu konuda düşünmek lazım biraz.

    YanıtlaSil
  2. https://t24.com.tr/k24/yazi/tekinsiz-bir-masal-hoffmann-in-ustat-pire-si,2302 okuduğunuzu ifade etmiştiniz Hoffmann'ı paylaşmak istedim.

    YanıtlaSil