6 Kasım 2010 Cumartesi

Filozof ve Diğerleri

Felsefe diğer alanlar, örneğin fizik, sosyoloji, sinema karşısında teorik bir üstünlüğe sahip mi? Yanıt evetse bu teorik üstünlük felsefenin temellendirici olmasından, diğer alanları temellendirmesinden mi kaynaklanıyor? Ya da filozof diğer insanlara göre, felsefe yapmaktan gelen pratik bir üstünlüğe sahip mi? Yanıt evetse bu pratik üstünlük filozofun daha çok farkındalık taşımasından ya da daha mutlu, erdemli, iyi olmasından mı kaynaklanıyor? Açık söylemek gerekirse iki sorunun da yanıtının hayır olduğunu düşünüyorum. Bence ne felsefenin teorik bir üstünlüğü var, ne de filozofun pratik bir üstünlüğü. Neden böyle düşündüğümü açıklamak için önce felsefenin ayırt edici özelliği hakkında genel bir saptama yapacağım, sonra da felsefenin teorik ve pratik üstünlüğü fikrini savunanların neye dayanıyor olabileceklerini tartışarak bu dayanakların geçersizliğini göstermeye çalışacağım.
Felsefeyi diğer etkinliklerden ayıran şey ne olabilir? Sorular sormak mı? İlk olarak şu konuda anlaşalım ya da anlaşamıyorsak anlaşamadığımız ortaya çıksın: düşünmek, soru sormak, elindekiyle yetinmemek, araştırmacı olmak, kırılmalar, kopuşlar, sarsıntılar yaşamak, bunların etkisiyle kendi hayatını ve genel olarak hayatı sorgulamaya başlamak gibi şeyler sadece felsefeye özgü değil. Herkes bunları farklı yollardan ve kendince yaşıyor, herkes hayatı az çok sorguluyor, herkesin hayatında dönüm noktaları ve sarsıntılar var. Felsefenin ayırt edici özelliği soru sormak değil. O zaman filozofu diğer insanlardan ayıran, sorgulamayı bırakmaması, hep yolda olması vesaire mi? Bence bu da değil. Çünkü felsefe kendine özgü bir sorgulamayla başlasa bile sorgulamayla bitmiyor. Araştırmanın bir noktasında bazı argümanları diğerlerinden daha ikna edici buluyoruz ve felsefi tercihler yapıyoruz. Tıpkı felsefeden hiç haberi olmayan ama şu ya da bu nedenle hayatını sorgulamaya başlayan birinin bir noktada karar alıp belli bir hayat tarzını diğerlerine tercih etmesi gibi. Sorgulamanın ardından tercih ve inşa geliyor. Ta ki yeni bir sorgulama tercih ettiğimiz şeyi gözden geçirmemize ya da tümüyle terk etmemize yol açana dek (belki kuşkucu filozofları bunun dışında tutabiliriz. Sextus Empiricus, kuşkucu olmayan dogmatik filozofların araştırmayı bir noktada kesip bir öğretiye bağlandıklarını, ama kuşkucuların hep araştırdığını söylüyor. Ama hiç bitmeyen bu kuşkucu araştırma bile sürekli kaygıyla yaşamak değil. Hatta aksine Sextus kuşkuculuğun insanı kaygılardan kurtardığını, ruh dinginliği verdiğini söylüyor, bir tarafı tutmayınca taraf tutmanın kaygılarından da kurtuluyorsunuz).
Soru sormanın, sorgulamanın sadece felsefeye özgü olmaması iyi bir şey aslında. Yoksa felsefe hiçbir ayırt edici özelliği olmayan (ya da tek ayırt edici özelliği soru sormak olan), bu yüzden de oradan oraya savrulan, belirsiz bir etkinlik olurdu. Soru soran herkesin, hatta genel sorular soran herkesin felsefe yapmadığı da açık zaten. Felsefeye özgü bir soru sorma biçimi olsagerek, bunun ne olduğunu bilmek için de felsefenin ayırt edici özelliğini bilmemiz lazım. Peki o zaman felsefeyi diğer etkinliklerden ayıran ne? Olası tanımlardan birini, örneğin Deleuze’ün tanımını başlangıç noktası olarak kabul edelim. Deleuze kabaca felsefenin ayırt edici özelliğinin sorgulamak değil kavramlar yaratmak olduğunu söylüyor. Bu tanım ayrıca tartışılabilir elbette. Ama şimdilik Deleuze’ün haklı olduğunu varsayalım. Ya da Deleuze’ün tanımına tümüyle karşıysanız, bundan sonra söyleyeceklerimi “kavram yaratma”nın yerine soru sorma haricinde başka bir özellik koyarak düşünün. Felsefenin ayırt edici özelliği konusunda anlaşmamız gerekmiyor, bu ayırt edici özelliğin nasıl bir şey olması gerektiği konusunda anlaşsak yeter. Söylediğim şu: felsefenin düşünmek, soru sormak gibi herkesin yaptığı bir şeyle tanımlanmaması gerek. Felsefeyi böyle soru sormaktan ya da başka bir genel etkinlikten bağımsız olarak tanımlamanın getirisi onu muğlaklıktan kurtarmak. Sadece ve sadece felsefe kavram yaratıyor ya da kavram yaratmanın yerine kabul ettiğiniz özelliğe sahip. Bu nedenle de diğer alanlardan net biçimde ayrılıyor. Çünkü kavram yaratmak (hipotezimiz gereği) soru sormak gibi muğlak bir şey değil, kavramla kavram-olmayanı ayırt edecek ölçütlerimiz de var (ya da felsefenin belirli bir etkinlik olması için böyle ölçütlerin olması gerek). Bu durumda soru sorma, düşünme gibi herkesin yaptığı şeylerin felsefeyle ilişkisini de belirleyebiliriz. Yani: hem soru sormanın, düşünmenin… bu kavramsal yaratımın bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Hem de kavramsallığın felsefeyi ayırt etmeyi sağladığını kabul edersek felsefi soruları felsefi olmayan sorulardan, felsefi düşünceleri felsefi olmayanlardan ayırma olanağımız olur. Örneğin görebildiğim kadarıyla, felsefi sorular diğer sorulardan içerikleri bakımından ayrılmıyorlar, biçimleri bakımından ayrılıyorlar. İyi olmak nedir, mutluluk nedir diye sormak kendi başına felsefi değil. Bu soruların felsefi olması için felsefi bir biçime sahip olması, felsefi bir tarzda sorulması, yani kavramsal araştırmaya götürmesi, soruların açtığı çerçevede iyiliğin, mutluluğun… kavram olarak ele alınması gerek. Benzer bir ayrım düşünme için de yapılabilir.
Felsefenin ayırt edici özelliğinin nasıl bir şey olması gerektiğiyle ilgili söylediklerim, eğer bu konuda anlaşabilirsek, bizi felsefenin üstünlüğüyle ilgili tuhaf bir imajdan kurtarır. Bu tuhaf imaja göre, yalnız filozof düşünür ya da herkes biraz düşünür ama yalnız filozof tam anlamıyla düşünür. Yalnız filozof soru sorar ya da tam anlamıyla soru sorar vb. Bu nedenle filozof diğerlerinden üstündür, ilerdedir, daha bilinçlidir, daha sahicidir, olup bitenin daha çok farkındadır. (Genelde filozofun bu farkındalığına bir yan öğe olarak mutsuzluk, trajiklik gibi şeyler de eklenir. O bir türlü anlaşılamadığı için mutsuzdur. Ya da farkındalık, “hayatla bir derdi olmak”, ne derseniz deyin, mutsuzluk getirir. Filozofun görebildiği manzara çok az insanın bakmaya dayanabileceği korkunçluktadır, felsefe acı bir bilgidir… İyi de insan kendini mutsuz eden bir işle niye uğraşsın? Çünkü farkındalık bir kez kazanıldığında bir daha kaybedilemez falan. Felsefenin mutsuzluk getirdiği fikrine tamamen karşıyım, ama bu başka bir yazının konusu olsun). Bu imajın sorunlu yanı şu: tam anlamıyla düşünmenin ya da tam anlamıyla soru sormanın ne olduğu eğer yukarıda anlattığıma benzer bir ayırt edici özelliğimiz yoksa havada kalmak zorunda. Soru sormakla felsefi sorular sormak arasında bir ayrım yapacaksak elimizde muğlak olmayan bir ayırt etme ölçütü olması gerek. O halde bu tuhaf filozof imajından rahatça vazgeçebiliriz.
Gelelim felsefenin diğer alanlar karşısında teorik üstünlüğü olup olmadığı meselesine. Diyelim ki elimizde sağlam bir felsefe tanımı var ve bu tanıma dayanarak felsefi düşünmeyi, felsefi sorgulamayı genel olarak düşünme ve sorgulamadan ayırt edebilecek durumdayız. Peki niye felsefi sorular daha tam sorular olsun? Niye felsefi düşünce daha tam bir düşünce olsun? Yine bir örnekten yola çıkalım. Heidegger bilim düşünmez diyor. Bilim hesap yapar, nedensellik bağlarını açığa çıkarır, bu arada da doğanın teknikleşmesine, araçsallaşmasına hizmet eder, ama felsefe düşünür. Elbette bu görüşün provokatif bir yanı var. Ama biz provokasyona gelmeyelim ve Heidegger’in ne dediğini anlamaya çalışalım. Neden sadece felsefe düşünür ya da sadece felsefe tam anlamıyla düşünür? Çünkü felsefe bilimden daha temel bir şeydir, hatta tüm teorik etkinliklerin en temel olanıdır, bu yüzden de onları temellendirmeyi sağlar. Neden? Buna bulabildiğim tek yanıt şu: çünkü felsefe bilimden ve diğer alanlardan daha kapsamlı bir araştırmadır, daha geneldir, daha soyuttur. Fizikçi yalnızca doğal varlıklar üzerine çalışır, biyolog yalnızca canlı varlıklar üzerine çalışır, sosyolog yalnızca toplumsal varlıklar üzerine çalışır, oysa felsefe varlık üzerine düşünür. Peki varlıkla doğal varlık, canlı varlık, toplumsal varlık arasındaki ilişki ne tür bir ilişki? Bu soruya Heidegger’in tam ne cevap vereceğini söyleyebilecek kadar Heidegger bilmiyorum açıkçası. Ama görebildiğim kadarıyla, varlıkla X çeşit varlık, Y çeşit varlık arasında bir tümellik-tikellik, en genellik-daha az genellik, dolayısıyla da soyutluk-somutluk ilişkisi olmak zorunda. Bu durumda varlık en tümel, en genel, en soyut kavram olur. (Heidegger’in varlığın en genel olmasına da kavram olmasına da karşı çıktığını biliyorum, ama neden karşı çıktığını anlayamıyorum. Tekillik-tümellik ilişkisi ontolojik olmadığı için, şeyler arası, tek tek varolanlar arası ontik bir ilişki olduğu için mi? Ama bunun tam ne demek olduğunu anlamam da zor. Sonuçta Heidegger de bölgesel ontolojileri temel ontolojiden ayırıyor. Bu durumda ontolojinin temel olması için temel olanla bölgesel olan arasında genellik düzeyleri bakımından bir fark olması gerekmiyor mu? Biz olduğunu varsayıp devam edelim.) Soru şu: neden en genel, en soyut olanı düşünmek daha az genel, daha az soyut, daha çok somut, daha kısmi olanı düşünmekten daha temel/üstün olsun? Genel olan daha az genel olanı, temel olan bölgesel olanı nasıl temellendiriyor? Ya da örnekler üzerinden gidersek, doğal varlığı, canlı varlığı düşünebilmem için varlığı düşünmem gerekli mi? Gerekli olmadığı açık değil mi? Yoksa felsefe bilmeyen hiç kimse fizik, biyoloji yapamazdı, ama yapıyor. Çünkü bir bilimin temelleri üzerine düşünmek o bilimi temellendirmekle aynı şey değil. Bir şeyi temellendirmek o şeyin koşulunu vermek. Daha genel, kapsayıcı bir bilginin daha özel bir bilginin koşulu olması için o özel bilgiye bir kurallılık kazandırması, özel araştırmanın sürekli başvurmak ya da varsaymak zorunda olduğu kurallar sağlaması gerekmiyor mu? O özel araştırmayı ilgilendiren en genel bilginin de onu temellendirmesi, kurması gerekmez mu? Oysa fiziği, biyolojiyi ayrı, bağımsız bir disiplin olarak kuran öncüller, problemler vb. arasında varlığın bilgisi ya da herhangi bir felsefi bilgi yok. Bu durumda felsefe herhangi bir bilimi nasıl temellendirebilir? Varlığın bilgisi örneğin çelişmezlik ilkesi gibi bütün bilimlerin bağlı kalması gereken genel bir çerçeve de çizmiyor (üstelik zaten bütün bilimler çelişmezlik ilkesine bağlı kalmayabiliyor). Varlığın bilgisinin pre-ontolojik örtük bir kavrayış sayesinde bütün bilimlerin zeminini oluşturduğunu söylemek de fazla muğlak değil mi? Bu örtük kavrayış “varlık vardır”, “yokluk yoktur” gibi herkesin “bildiği” şeylerin ötesinde nasıl bir zemin sağlayabilir? Üstelik birbiriyle çelişecek kadar farklı birçok ontolojik pozisyon var. Bilimci bilim yapmak için bu pozisyonlar arasındaki felsefi tartışmaya dahil olmak mı zorunda? Dahil olmazsa yaptığı iş temelsiz mi kalır? Diyelim ki böyle genel bir kapsayıcı zemin var ve felsefe bu zemini düşünmeye dayanıyor. Bu durumda bile felsefe neden daha çok farkındalık sağlasın? Genel olan daha az genel olanın koşulu değilse filozofun varlık hakkındaki bilgisi neden biyologun canlılar hakkındaki bilgisinden üstün olsun? Bir genel kuralın işime yaraması için o kuralın altına düşen durumlarla karşılaştığımda beni aydınlatması gerek. Bunun için de genel kuralın özel durumların modelini sunması, belli bir düzeyde onlara benzemesi gerek. Oysa varlıkla doğal varlık, canlı varlık arasında bir tür benzemezlik var. Felsefe fiziğin konusuna hiç benzemeyen daha genel bir konuyla ilgileniyor sadece. Bu nedenle felsefe de fizik de biyoloji de farklı uzmanlık alanları sayılabilir. Biyolog ne kadar felsefe bilmiyorsa, filozof da o kadar biyoloji bilmiyor. Fizikçi ne kadar felsefe bilmiyorsa filozof da o kadar fizik bilmiyor. Uzmanlık alanları farklı. Elbette farklı uzmanlık alanlarının karşılaştığı, kesiştiği durumlar olabilir. Araştırılan konu, birkaç alanda birden uzmanlaşmayı gerektirebilir. Ama bu durumlarda da uzmanlık alanlarının birinin diğerinden üstün olduğunu söyleyemeyiz. Sadece bir tamamlayıcılıktan söz edebiliriz. Nöro-felsefenin felsefeyle nörolojinin kesişmesini gerektiren bir konusu var. Ama bu iki alandan birinin diğerinden üstün olduğunu söylemek zor. Peki felsefe farklı bilimlerin genel bir çerçevede birbirlerine eklemlenmesini sağlamayı hedeflediği için üstün tutulabilir mi? Bu da zor. Çünkü örneğin matematik, fizik ve biyolojinin nasıl birbirine eklemlendiğini tartışmak için bu alanlarda uzman olmak gerek. Bu nedenle de bu alanların nasıl eklemlenebileceğini filozoflar değil matematikçiler, fizikçiler, biyologlar tartışıyorlar. Filozof ya temellendirmeden temeller üzerine düşünen genel bir araştırma yapacak, o zaman söyledikleri, bilimsel araştırmaya katkı sunamayacak kadar soyut olacak, ya da oturup bu bilimlerin bir kısmında uzmanlaşacak (Yaratıcı Evrim’i yazabilmek için biyoloji çalışan ya da Süre ve Eşzamanlılık’ta Einstein’la polemiğe girecek kadar fizik bilen Bergson gibi).
Peki filozof diğer insanlar karşısında pratik bir üstünlüğe sahip mi? Örneğin etik çalıştığı için daha mutlu mu, ahlak çalıştığı için daha iyi mi? Aslında böyle olmadığını biliyoruz. Filozoflar da diğer insanlar kadar mutlu ya da mutsuz, iyi ya da kötü. Ampirik olarak böyle olabilir. Ama gerçekten felsefe yapsaydık, samimi olsaydık diğer insanlardan daha derin, daha bilge, daha üstün olmaz mıydık? Bence olmazdık. Çünkü mutluluk sadece filozofun değil herkesin amaçladığı bir şey. Adalet, iyilik vb. sadece filozofun sorunu değil herkesin sorunu. Bir olay bizi mutsuz ettiğinde ya da bir adaletsizlikle karşılaştığımızda hemen bir filozofu arayıp fikrini sormuyoruz. Elbette etik ya da ahlak üzerine çalışan bir filozof iyiliği, kötülüğü, mutluluğu… felsefi olarak problemleştiriyor, kavramsallaştırıyor. Ama mutlu olmak için mutluluğun kavramsal bilgisine, iyi olmak için iyiliğin kavramsal bilgisine ihtiyacımız yok. Bu yüzden Aristo Nikomakhos’a Etik’in ilk kitabının sonlarında erdemli ya da mutlu olmak için etik okumak gerekmediğini, ayrıca etiğin erdemsiz bir insanı erdemli yapmaya yetmeyeceğini söylüyor. Kant da iyilikle ilgili benzer bir şey söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam (aslında Kant’ın bunu söylediğine emin gibiyim ama referansı hatırlamıyorum). Erdemliliğin, iyiliğin, hatta mutluluğun öğrenilen bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama bunları öğrenmek için illa felsefe okumamız ya da başka bir şey okumamız gerekmiyor. Erdemlilik erdemli insanlarla yaşaya yaşaya, mutluluk mutlu insanlarla yaşaya yaşaya, erdemli, mutlu ola ola öğreniliyor. Bu da, filozof ya da değil, herkesin yapabileceği bir şey. Etik ya da ahlak, daha çok ya bu sürecin nasıl gerçekleştiğini anlamaya çalışıyor, ya bu süreci yazıyla taklit ediyor. İlk durumda zaten pratik değil teorik bir çalışma var aslında. İkinci durumda ise mutlu bir insanla karşılaşır gibi örneğin Aristo’yla karşılaşıyoruz, onunla yaşaya yaşaya mutlu olmayı öğreniyoruz. Felsefe okumak mutlu ya da erdemli olmanın genel bir koşulu değil, felsefeye yatkın birinin mutlu ya da erdemli olmasını sağlayabilecek yollardan biri sadece. Aristo ya da Spinoza okumak size mutluluğu öğretebilir, ama X kişiyle arkadaşlık kurarak da yapabilirsiniz bunu. Ayrıca romanla, şiirle de… Evet ama mutluluk üzerine felsefi olarak düşünmek bizi daha bilinçli, uyanık kılmaz mı? Bu sorunun örtük varsayımı elbette felsefeyle ilgilenmeyenlerin mutlu olsalar bile bilinçsiz biçimde mutlu oldukları. Mutlular ama ne olduklarını bilmeden. Buna ilk itirazım mutlu olduktan sonra farkındalığa ne gerek var demek olurdu herhalde. Mutluluğumuz başkalarının mutsuzluğuna yol açmadığı sürece ne önemi var felsefenin? Bir de daha önce söz ettiğim mutsuz bilgelik sorunu var tabii. Bu sefer itirazımı daha da keskinleştirebilirim: (eğer bu ikisi bir arada mümkünse) mutlu ve aptal olmak (yine eğer bu ikisi bir arada mümkünse) mutsuz ve bilge olmaktan daha iyi değil mi? Kişiden kişiye değişir belki, ama bence daha iyi. Ama felsefenin pratik üstünlüğü fikrine esas itirazım şu: evet mutluluğa bir tür ne yaptığını bilme, kendini bilme hali eşlik etmek zorunda muhtemelen. Ama bu kendilik bilgisi felsefenin tekelinde değil. Felsefenin yanı sıra edebiyattan, sinemadan, müzikten, en temelde de başka insanlarla ilişkilerimizden öğrendiğimiz bir bilgi kendimizin bilgisi. Yine aynı noktaya dönüyoruz. Ya felsefeyi ayırt edici bir özellikle tanımlamadan gevşek bir biçimde düşüneceğiz, o zaman mutlu ve aklı başında herkes az çok filozof olacak, ya da felsefeye daha mütevazi ama kesin sınırlar koyacağız, o zaman da, eh ne yapalım, filozof olmayanların da mutlu olmasına, kendini bilmesine göz yumacağız artık.
O halde felsefe yapmak bize teorik ya da pratik bir üstünlük sağlamıyor. Felsefe teorik olarak üstün değil, çünkü tıpkı diğer bilimler gibi, diğer disiplinler gibi felsefe de bir uzmanlık alanı. Felsefenin konusu belki diğer alanlardan daha genel, ama daha üstün ya da değerli değil. Felsefe pratik bir üstünlük de sağlamıyor, çünkü pratikte gerekli şeyleri öğrenmenin tek yolu felsefe değil. Felsefenin filozofları, yani bir şekilde felsefeyle ilgilenenleri mutlu etmesi gerek elbette, ama müziğin de müzisyenleri, marangozluğun da marangozları mutlu etmesi gerek zaten. Mutluluk, iyilik vb. üzerine genel olarak düşünmeye gelince, bu da filozofu diğerlerinden ayırmak için fazlasıyla genel olur. Genel düşünmek felsefesiz de yapılabilecek bir şey. Felsefe kavramlarla genel düşünüyor, bu da onu üstün saymaya yetmeyecek bir ayırt edici özellik. Felsefe dünyanın en güzel şeyi, ama filozoflar için öyle. Hayatta en anlamlı, en zorunlu etkinlik, ama filozoflar için... Herkes için ortak yaşama katkısı ise diğer etkinlikler kadar.
Bunları söylemekle felsefeyi daha değersiz, hatta gereksiz bir şey haline mi getirmiş oldum? Felsefenin değerli olmasının koşulu en üstün olmasıysa evet. Değilse hayır. Değil. Demek ki hayır.
        

2 yorum:

  1. Öncelikle hızlıca çözülecek bir mesele olmadığını söylemek lazım. kimileri için çok açık görünen şeyler kimilerine çok sorunlu olabiliyor.. Felsefe de biraz da buradan başlar gibi… felsefeyi diğer uğraşlardan üstün tutmak ne anlama gelir? Üstün tutmayı temellendirme olarak da görmek çok hızlı. (Örneğin heidegger varlık ve zaman’ın ilk üç maddesinin bir yerinde daha ‘asli’ olduğunu söyler ontolojik sorunun. Dasein’de zaten böyle bir soruyu sorabilendir artık. Ayrıca, varlık ya da olmak artık bir cins tümelliğini felan da değildir. Varlık ile varolanlar arasındaki ilişki bu olmayacaktır: ontolojik fark ki bu en kabaca entityler ve onların anlamı arasındadır. Aslında bu yaşantı denilen dünyayla kurulan en yalın ilişkiyi düşünme çabasıdır. Pre-ontolojik anlama, zaten çoktan şeylerin arasında, yani çoktan bir varlık anlayışı içinde bulunduğumdur. Yönelimsellik önce bir anlayıştır bu. Heidegger şöyle koyuyor meseleyi: sınıfa girdiğimde, kürsüyü görürüm… ‘ben’ ne görürüm? dik açıyla kesişen kahverengi yüzeyler mi? hayır, başka bir şey görürüm: bir sandık, üstelik büyükçe bir sandık, üstünde de bir tane daha küçük sandık var. hiçbir şekilde, arkasında konuşma yapacağım kürsüyü görmem. siz de arkasından size birinin konuşma yapacağı, benimse zaten konuştuğum kürsüyü görürsünüz. salt yaşantılamada – denildiği gibi – bir temellendirme bağlamı bulunmaz, sanki ilkönce kahverengi, kesişen yüzeyler görüyormuşum da bunlar sonradan bana bir sandık, sonra masa olaark, daha da ötesi akademik konuşma masası, kürsü olarak görünüyormuş gibi. bütün bunlar kötü, yanlış yorumlardır, yaşantıya salt bakıştan sapmalardır. kürsüyü adeta bir hamlede görürüm… heidegger ‘Gestell’le dediği de bu karışılaşmanın çerçevelendiğidir. Dünyayayla ilişkide bir çerçeveleme, yaşantı ile kurulan bağların kapana kısılmasıdır.)

    YanıtlaSil
  2. Pratik sorununda, felsefe ile uğraşmak daha mutlu eder gibi bir şey yok zaten. Ya da daha mutsuz eder diye de bir şey yok… ama erdemli insanlarla yaşaya yaşaya erdemli olmayı öğrenmek gibi bir şey de sakat. Sakatlığı şu: belirli bir yaşayışın,belirli bir ethos’un içine düşme tehlikesi. Tam da o imkansız şeyi ( tam da lacan’ın etiği Gerçek’le ilişkilendirmesinin ya da levinas’ın imkansız talebi ) ıskalama sorunu var..yine de bunları felsefe okumadan da öğrenebilir mi insan? Tek yol felsefe mi? Değil. Ama bir yerde bazıları için, ya da daha pragmatik anlamda eğitim için zorunlu olması lazım. Soru sormak biraz da bileşik kaplar gibi nihayetinde ( yine heidegger marx hakkında konuşurken ‘filozoflar şimdiye dünyayı yorumladılar ama …’ sözünü anar ve peki dünya nedir ki? Diye sorar..) o yüzden, soruları bir şekilde iyi sorduğumuzda ister istemez felsefeye değiyoruz.. evet, kavram yaratmıyoruz ( deleuzecu olduğu söyleyen ama hala kavram yaratamayan, yeni olanı düşünmeyip tekrar eden ne çok kişi var!) daha belki ama önceden daha belirsiz izlenimler daha açık hale geliyor. Bu düşünmeye daha çok ittiği ölçüde güzel bir şey ( belki de günümüz şartlarında lafını da eklemek lazım buna..) Zaten deleuze bizi düşünmeye iten şeylerden bahsediyor…

    yine de felsefe, soru sormayı öğrenmek ( soru sormak kelimesini yine varlık ve zaman’ın ilk üç maddesine gönderme ile kullanıyorum), ya da kavramlarla düşünmeye yaklaşmak için felsefe bulaşmak güzel ki belki de felsefe eğitimi almadığım içindir.. zaten benim için sorun bizi daha çok düşünmeye itecek şeylerle ilişkiye girme meselesi.. Biraz hızlı ve kabaca yazıldığı için kusura bakma

    YanıtlaSil